Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5

Cem İbadetinin Kur’anîliği
#1

Cem, Aleviliğin temel ibadetlerinden biridir. Kelime anlamı toplanmak demek olan cem, topluca yapılan bir ibadettir. Cem, Kur’an’daki “salat” emrini de içeren bir ibadettir. Salat ise dua, yakarış, yalvarış vb. anlamlara gelmektedir. Salat ibadetinde kıyam, rüku, secde ve ka’de gibi temel şekil şartları vardır. Bunlar ayakta durmak, öne doğru eğilmek, yere kapanmak ve oturmak biçiminde Türkçeleştirilebilir. Cemde ise dara durmak yani ayakta durmak, tecella ve temenna yani rüku, secde yani yere kapanma ve yine bir dar çeşidi olan oturma biçiminde ifade edilen, salata dair şekil şartlarının bu türden isimlendirmelerle mevcudiyet kazandığını görmekteyiz. Salatın en önemli unsurlarından biri de Kur’an’dan bölümler okumaktır. İşte cem ibadetinde bunların tümü mevcuttur. Cem sadece bunlardan ibaret de değildir. Helalleşme, tövbe, ağıt, semah, çerağ uyandırma ve lokma paylaşımı gibi ilaveten icra edilen ritüellerle cem, salattan daha kapsamlı bir tapınma biçimidir.

Cemin görgü, birlik, ikrar vb. çeşitleri olmakla birlikte her cuma akşamı yani perşembeyi cumaya bağlayan akşam icra edilen haftalık cem ibadeti, Kur’an – ı Kerim’in Cuma Bölümü / Cuma Suresi 9. ayetine istinaden ifa edilmektedir.

Ayetin Türkçe karşılığı şöyledir:

“Ey inananlar, Cuma günü toplu yakarış için çağrıldığınız zaman hemen Hakk’ı anmaya koşun ve işlerinizi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha iyidir.”

Cuma ibadeti, toplu olarak yapılan bir ibadettir. Zira Cuma sözcüğü de toplanma anlamına gelmektedir. Cem ibadeti de aynı şekilde topluca yapılan bir ibadettir. Yukarıda Türkçesini verdiğimiz ayetin, çoğul kipte bir seslenişle başlaması da göstermektedir ki, cem ibadeti veya Cuma ibadeti toplu olarak yapılmak durumundadır. Lakin ayette dikkat edilmesi icap eden bir husus daha vardır ki o da hitabın sadece erkeklere değil bütün müminlere yapılmakta oluşudur. Ayet; “Ey inananlar…” diye başlamaktadır. Alevilikte cem ibadetinin kadın erkek birlikte can cana ve cemal cemale yapılması da ayetteki bu hitabın bir gereğidir. Yani Alevilikte cem ibadeti ya da Cuma ibadeti kadın erkek bütün müminlerin iştirakini gerektirmektedir. Oysa camilerde icra edilen Cuma ibadetinde sadece erkekler yer almakta, bu ibadetin kadınlara farz olmadığı iddia olunmaktadır.

Kadınlarla erkelerin bir arada ibadet etmesinin İslam’a uygun olmadığı yönündeki düşünce de doğru değildir. Zira Hac İbadeti sırasında görmekteyiz ki, hacı adayları kadın ve erkek bir arada bulunmakta ve harem selamlık bir uygulama söz konusu olmadan hac ibadeti ifa edilmektedir.

Sevgili peygamberimizin döneminde de ibadetlerde herhangi bir harem selamlık uygulaması söz konusu değildi. Nitekim Kırkların Ceminde de kadın ve erkek canların birlikte cem oldukları malumdur.

Bu noktada cem ibadetinin ilk uygulanma yeri olan Kırkların Cemi inancına da kısaca değinmek yerinde olacaktır.

Kırkların Cemi Hz. Muhammed’in miraç dönüşü Allah’ın buyruğu ile katıldığı ve kırk kişiden oluşan metafizik bir meclistir. Hz. Muhammed gelinceye değin bu meclisin başkanı yani mürşidi Hz. Ali’dir. Peygamberin katılımından sonra mürşid peygamber olurken Hz. Ali ise rehber olmuştur.

Hz. Muhammed’in miracına dair Alevi inancındaki unsurları dikkate alarak söz konusu metafizik hadiseye ilişkin Yıldız Bölümü / Necm Suresi 1- 18. ayetlerini gerçeğin teslim alıcı ve boyun eğdirici çağrısının şiddetli cazibesine kapılarak yorumlamak istiyorum.

Önce ilgili ayetleri “Anlamak İçin Türkçe Kur’an” adlı çevirimizi esas alarak takdim edeyim;

1. Battığında o yıldıza andolsun!

2. Arkadaşınız ne sapmış ne de azmıştır.

3. O, kendi kuruntusuna göre konuşmaz.

4. Onun söylediği yalnızca ona bildirilenlerdir.

5. Onu, ona çok güçlü biri öğretti.

6. O yüksek güç ve güzellik sahibi olan, dosdoğru doğruldu.

7. Ve o, o sırada en yüksek bir ufuktaydı.

8. Sonra inip ona doğru yaklaştı.

9. Araları iki yay aralığı kadar veya daha yakın idi.

10. Ve sonra o, kuluna ne bildirilecekse onu bildirdi.

11. Gördüğünü yüreği yalanlamadı.

12. Şimdi siz, onun gördükleri hakkında tartışacak mısınız?

13. Andolsun ki, onu bir inişinde daha görmüştü.

14. O sırada o, son noktadaydı.

15. Öyle ki, sığınılacak Cennet onun yanındadır.

16. O anda orayı bürüyen bürüyordu.

17. Gözü ne kayıp şaştı, ne de sınırı aştı.

18. Andolsun ki o, o anda rabbinin ayetlerinden bir bölümünü gördü.

Ayetlerin tümünü dikkatle okuduktan sonra 5. ayete dönüp tekrar düşünelim. Bu ayette hiç kuşku yok ki, “Onu” derken kastedilen Hz. Muhammed’in miraçta aldığı vahiyler ve tümüyle Kur’an’dır. Ancak burada özellikle miraç hadisesi anlatıldığından kastedilen sadece miraçta alınan vahiydir. Yani Alevi inancında “Doksan bin kelam danıştı” ifadesiyle anlatılan “doksan bin kelam”dır. Danışmak Azerbaycan Türkçesinde konuşmak demektir. Bu ifadenin geçtiği miraçname Azerbaycan Türkçesi ile yazılmıştır. Bu kelamın bir kısmı sırrolarak kaldı. Bir kısmının ise tevhid okuyup semah eyleyerek cem olmak olduğu müminlerce malumdur.

Peki, ayette belirtilen “çok güçlü biri” ya da başka çevirilerde söylendiği üzere “şiddetli güç sahibi” olan kimdir? Egemen din anlayışına göre burada kastedilen Cebrail’dir. Lakin biz bu görüşün kesinlikle yanlış olduğunu savunuyoruz. Zira Cebrail ontolojik bir varlık değildir. Tanrı’nın vahyetme gücünün simgesel veya mecazî bir anlatımından ibarettir. Dolayısıyla sevgili peygamberimizin Cebrail adlı ontolojik anlamda mevcut olmayan bir varlığı görmesi mümkün değildir. Hz. Peygamberin gördüğü doğrudan doğruya Allah’tır. Ancak Allah da ontolojik manada mevcudiyet sahibi olarak düşünülemez. O halde Hz. Peygamber o esnada Allah’ı nasıl görmüştür?

Şöyle görmüştür:

Allah, kendine özgü ontolojik bir mevcudiyete sahip bir varlık olmadığından kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed’e onun görebileceği şekilde görünmüştür. Yani fizikî olarak bir surete bürünüp görünmüştür. Bu fizikî suret, asla şüphe yoktur ki Hz. Ali’den başkası değildir. Dolayısıyla sevgili peygamberimiz miraçta Allah diye Allah’ın Hz. Ali’nin suretindeki tecellisi ile görüşmüştür. Ve aldığı vahyi ondan almıştır. Bu vahyin gereği olarak tevhidi, semahı ve cem ibadetini icra etmek üzere de Kırkların Cemine katılmıştır.

Hz. Peygamber miraca yükselirken yolda Hz. Ali’yi aslan donunda görmüş, miraca vardığında ise onunla Allah’ın tecellisi olarak görüşmüş, miraçtan inerken de yani Kırkların Cemine girdiğinde de yine Hz. Ali olarak onu temaşa etmiştir. 13. ayette “Andolsun ki, onu bir inişinde daha görmüştü” denilirken kastedilen de bunlardır.

Kırklar Cemine masal ve efsane gözüyle bakanlar toptan Hz. Muhammed’in miracına da aslında bu gözle bakmaktadırlar. Ayrıca asla unutulmaması icap eden husus şudur ki, Kırklar Cemi, tıpkı bütün bir miraç hadisesi gibi metafizik bir konudur. Kırklar Cemi de, miraç da Hz. Peygamberin gördüğü kutlu bir rüyadır. Kırklar Cemini fizikî alemde sananların, bu sanılarından kaynaklanan bir yanılgıyla onu efsane ya da diğer bir ifadeyle mitoloji şeklinde nitelemelerini yadırgamamak lazımdır. Zira bu imanî bir meseledir. İman ise yürek işidir. Her yürekten aynı yükü kaldırmasını beklemek de adil değildir.

Şimdi cem ibadetiyle ilgili diğer bir konuya geçelim:

Cem ibadetinde ibadetin yöneticisi peygamber soyundan ve seçkin bir kimse olmak durumundadır. Eğer peygamber soyundan gelen bir kimse ibadet yapılacak beldede mevcut değilse o soydan gelen bir yol önderinin icazet vermesi ile diğer bir kimse de ibadet yönetebilmektedir. Bu anlayış, velayet ve imamet inancından kaynaklanmaktadır. Binaenaleyh, ibadet yöneticisi ehlibeyt soyundan gelmek yahut o soydan gelenlerce görevlendirilmek durumundadır. Bu da Kur’anî bir ilkedir. Bununla ilgili Kur’an ayetlerini ehlibeyt inancı bölümünde verdiğimizden burada tekrar etmiyoruz.

Cem ibadeti sırasında Kur’an’dan bazı bölümler ve ayetler okunduğunu belirtmiştik. Cemde okunan Kur’an bölümleri şunlardır:

Açan Bölümü / Fatiha Suresi

İçtenlik Bölümü / İhlas Suresi

Okunan ayetler ise şunlardır:

Işık Bölümü / Nur Suresi 35 ve 36. ayetler, Yasaklama Bölümü / Tahrim Suresi 8. ayet

Ayrıca cemin başlangıcında inanç önderi tarafından öğüt içerikli konuşma / söyleşi sırasında da o gün işlenen konuya dair çeşitli ayet ve hadislere de sık sık müracaat edilmektedir. Dolayısıyla ve görüldüğü üzere cem ibadeti baştan sona Kur’anî bir hususiyete malik olarak ifa edilen İslamî ve Nebevî bir ibadettir.

İbadet sırasında Kur’an ayetlerinin Türkçelerinin okunması konusu da önemli bir konudur. Sünni ve Şii ulema ibadetin dinen sahih olabilmesi için ibadet sırasında okunan ayetlerin Arapça olarak okunması gerektiğini savunmaktadırlar. Zira “ibadette Kur’an okumak şarttır. Kur’an ise Arapçadır. Kur’an’ın çevirisi Kur’an yerine geçmez,” denilerek ayetlerin muhakkak surette Arap dilinde okunması şart koşulmaktadır.

Oysa bu konuda Aleviler farklı düşünmektedirler. İbadette temel şartlardan biri ne yaptığının ve ne dediğinin farkında olmaktır. Bu da ancak okunan ayetlerin ana dilde okunmasıyla mümkün olmaktadır. Oysa ayetler Arapça okunduğunda ana dili Arapça olmayan ya da Arapça bilmeyen kimseler ne dediklerinin bilincinde olamamaktadırlar. Oysa Kur’an’da Kadınlar Bölümü / Nisa Suresi 43. ayette; “Ey inananlar, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye değin ibadet için duaya durmayın…” denilmektedir. Görüleceği üzere ne dediğini bilmemekle sarhoşluk aynı kategoride değerlendirilmektedir. İşte bu nedenle Aleviler ibadet sırasında ne dediklerini bilmek ve ibadetin farkında olmak için ayetleri anladıkları dilde yani ana dillerinde okumaktadırlar.

Bu noktada, konuyla ilgili, belirtmekte yarar olduğunu düşündüğümüz bir gerçeğe daha temas etmek istiyorum.

Sünni ulemadan ve Hanefi Mezhebinin kurucusu sayılan Sabit Oğlu Numan / Ebu Hanife de ibadet sırasında kişinin ayetleri ana dilinde okuyabileceği yönünde bir görüşe sahiptir.

Hanefi mezhebinin imamlarından es- Serahsi, “el- Mebsut” adlı yapıtında Ebu Hanife’nin söze konu fetvasına genişçe yer vermiştir.

Fatiha Suresinin Farsça çevirisiyle namaz kılmak isteyenlere peygamberce onay verildiğini nakleden Ebu Hanife, Kur’an’da asıl olanın anlam olduğunu, lafzın yani sözün önemli olmadığını, dolayısıyla anlamca karşılandığı sürece Kur’an ayetlerinin başka dillerdeki çevirileriyle namaz kılınabileceğini belirtmiştir.

Ebu Hanife’ye göre kişi, ister Arapça bilsin, isterse bilmesin, kendi anadiliyle namaz kılabilir. Ancak Ebu Hanife’den sonra gelen ve onun öğrencileri olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, bu fetvayı ters yüz ederek; kişi Arapça okumayı yahut Arapça telaffuzu öğreninceye kadar ana diliyle namaz kılabilir fakat en kısa sürede Arapça telaffuzu / okumayı öğrenmelidir, şekline sokmuştur.

Öbür Sünni mezhepler (Şafii, Maliki, Hanbeli) Arapça dışında bir dil ile asla namaz kılınamayacağını, Arapça telaffuzu bilmeyenlerin sadece Allah diyerek namaz kılmalarını fakat asla Arapça dışında bir dil ile ayet okumamalarını, aksi takdirde bu namazın caiz / geçerli olmayacağını ileri sürmüşlerdir.

Bu noktada İslam dininde günde beş vakit salat / namaz ibadetinin bulunduğu ve bunun Kur’an’da yer aldığı görüşüne de temas etmek gerekmektedir.

Namazın Arapçadaki karşılığı “salat” ifadesidir. Ancak salat, sadece bilinen anlamıyla namaz manasını taşımamaktadır. Başka anlamlara da gelmektedir. Destek, bağlantı kurmak, saygı sunmak vb. Kur’an’da “Salat” ifadesini temel alarak namaza kanıt arayan Sünni ve Şii bilginler yer yer salat sözcüğü dışında başka sözcükleri de kendi teolojik tezleri paralelinde aynı anlama gelmek üzere yorumlamaktadırlar.

Bu sözcükler; tesbih / yüceleme, zikr / anma, sabah kur’an’ı / sabah okuması vb.dir. Bu sözcükler; bilinen haliyle şekle dökülmüş namaz anlamına gelmediği halde o anlama geliyormuşçasına kullanılmaktadır.

Sünni din bilginlerinin günlük beş vakit namaz ibadeti olduğu konusunda kanıt olarak başvurdukları ayet Ta Ha Bölümü / Ta Ha Suresi 130. ayettir.

Oysa bu ayette namaz yani salat sözcüğü geçmemekte, tesbih sözcüğü geçmektedir ki tesbih; yüceltme anlamına gelmektedir. Allah’ı yüceltmek bugün bilinen anlamıyla namaz denilen şekilsel ibadete hasredilemez. Allah’ı yüceltmenin namazla birlikte başka biçimlerde belki binlerce yolu vardır.

Söz konusu ayet şu şekildedir:

“Sen onların söylediklerine sabret; Güneş doğmadan önce ve batmadan önce rabbini övgüyle yücelt. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün taraflarında da yücelt ki hoşnutluğa erişesin.”

Bu ayetin beş vakit namaz kanıt olduğunu ileri sürmek kesinlikle doğru değildir. Zira ayette namaz ifadesi geçmemektedir. Ayrıca tesbih / sebbih yani yücelt sözcüğü namaz şeklinde anlamlandırılsa bile bu ayetin muhatabı sadece peygamber efendimizdir. Dikkat edilirse hitap tekil şahsadır. Çoğul şahıs eki kullanılmamıştır. Oysa Cuma ibadeti ile ilgili ayette ise çoğul şahıs eki kullanılmış ve bütün inananlara hitap edilmiştir.

Ayeti anlamlandırmadaki bir başka ilginç nokta ise taraflar / etraf ifadesinin Arap dili kurallarına göre en az üç vakit olarak manalandırılması gerekirken iki vakit olarak manalandırılmasıdır. Bu durumda bu ayetten beş vakit değil altı vakit namaz buyruğu çıkar. Tekrar ifade edelim ki bize göre bu ayetin beş vakit namazla ilgisi yoktur. Bu ayette Allah’ın her vakit yüceltilmesi buyruğu vardır. Diyelim ki namaz kastedilmektedir fakat bu durumda da hitabın sadece peygambere özgü olduğu gayet net bir biçimde ortadadır.

Konuya dair kendisine müracaat edilen Hud Bölümü / Hud Suresi 114. ayette ise şöyle denilmektedir:

“Ey Tanrı elçisi, gündüzün iki ucunda, gecenin de yakın saatlerinde içtenlikle yakarışta bulunmaya özen göster…”

Bu ayette namaz anlamında kullanılan salat ifadesi geçmektedir. Ancak burada da hitap doğrudan doğruya Hz. Peygamberedir. Bütün müminlere seslenilmiş değildir. Dolayısıyla burada yapılması istenen ibadet sadece peygamberden istenmektedir. Yani ibadet ona özgüdür.

Bir de Dişi Sığır Bölümü / Bakara Suresi 238. ayete bakalım.

Türkçe Kur’an çevirilerinin büyük çoğunluğunda bu ayet şu şekilde manalandırılmaktadır:

“Namazlara özen gösterin; özellikle de orta namaza… Ve Allah için tam bir saygıyla ayağa kalkın.”

Oysa bu ayeti anlamlandırırken büyük bir yanlış yapılmaktadır. Ayette “salavat” sözcüğü salat ifadesinin çoğulu olarak kullanılmakta ve namaz manası temel alınmaktadır. Ayetin başındaki salavat sözcüğünün gerçekten de yakarış / namaz manasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ancak aynı sözcüğün tekil hali olan salat ifadesi ayette ikinci kez kullanılmakta ve “vusta” ifadesiyle nitelenmektedir. Vusta ifadesi ortada olan, uçlarda olmayan, uygun olan demektir. Vusta ifadesiyle ikindi vaktinin kastedildiği şeklindeki görüşün isabetli olmadığı gayet açıktır. Zira ikindi vakti hiçbir şekilde gün ortası değildir. “Salat – ı vusta” ifadesiyle eğer ikindi namazı kastedilmişse ve ona özen gösterin denilmek isteniyorsa buradan diğer namazlara o kadar özen göstermeseniz de olur anlamı çıkar ki böyle bir şey mümkün değildir. Oysa gerçek anlam şu şekildedir; “Yakarışlara devam etmeye ve uygun bir biçimde yani ciddiyetle ve kurallarına riayet ederek yakarışta bulunmaya özen gösterin”

“Anlamak İçin Türkçe Kur’an” adlı çalışmamızda biz bu ayeti gerçek manasına sadık kalarak şu şekilde Türkçeye çevirdik;

“Tam bir saygıyla Allah için ayağa kalkarak ettiğiniz içtenlikli yakarışlarınızı sürdürmeye ve uygun bir biçimde yalvararak yakarışta bulunmaya özen gösterin.”

Bu ayette kastedilen ibadet toplu yakarış ibadetidir. Yani Cuma ibadetidir. Hitap çoğul kiptedir ve bütün müminleredir. Ayetin özü itibariyle “Cuma ibadetlerinize devam edin ve bu konuda kurallara tam olarak riayet edin,” denilmektedir. Bu ayetten günlük beş vakit namazı çıkarmak ve ayrıca güya ikindi namazına özel bir anlam yüklemek hiçbir biçimde isabetli bir yorum değildir.

Bir sonraki ayette yani 239. ayette ise şöyle denilmektedir:

“Eğer tehlike içindeyseniz yay ya da binit üzerinde iken de duanızı edin. Güvene kavuştuğunuzda ise size bilmediklerinizi öğreten Allah’ın öğrettiği şekilde onu anın.”

Görüleceği üzere bu ayette de Allah’ı anma ve ona yakarışta bulunma konusunda önemli bir noktaya temas edilmekte, duanın ya da diğer bir ifadeyle zikrin binit üzerinde iken hatta yürürken bile ifa edilebilir bir ibadet olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca bu ayette salat / namaz ifadesi değil zikir ifadesi yer almaktadır.

Günlük beş vakit namazın vakitleri belirlenmiş olarak müminlere farz kılındığı şeklindeki görüşün dayanak olarak kullandığı ayetlerden biri de Kadınlar Bölümü / Nisa Suresi 103. ayettir.

Oysa bu ayette vakitleri belirlenmiş ifadesi değil vakti belirlenmiş yahut vakitlenmiş ifadesi yer almaktadır. Ayetteki “mevkut” sözcüğü vakti belirlenmiş / vakitlendirilmiş demektir.

Ancak bu ayeti daha iyi anlayabilmek için ondan önceki 2 ayeti birlikte ele almak gerekmektedir. 101 – 102 ve 103. ayeti birlikte okuduğumuzda konu gayet net bir biçimde anlaşılmaktadır.

“Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda inkarcıların size kötü­lük etmelerinden kaygı duyarsanız, toplu yalvarışınızı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Kuşku yok ki, inkarcılar, sizin apaçık düşma­nınızdır.”

“Sen içlerinde olup da yapılan toplu yalvarışta onlara önder­lik ettiğinde, bir bölümü seninle birlikte yalvarışa dursun ve silah­larını da yanlarına alsınlar. Secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler. Bu kez öbür topluluk gelsin, seninle birlikte onlar da yal­varışa dursunlar, tedbirli olsunlar, silahlarını da alsınlar. İnkarcılar, size ansızın bir baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bu­lunmanızı isterler. Yağmurdan zarar görecekseniz ya da hasta olur­sanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Ama tedbirli bulunun. Elbette ki, Allah, inkarcılar için ağır bir azap hazırlamıştır.”

“Toplu yalvarışı bitirince de ayaktayken, otururken ve yanla­rınız üstüne uzanırken Allah’ı anın. Güvene kavuştuğunuzda da top­lu yalvarışınızı yerine getirin. Çünkü vakti belirlenmiş biçimde toplu yalvarışa durmak inananların üzerine bir buyruk olarak yazılmıştır.”

Bu ayetlerde savaş için veya başka bir nedenle yapılan yolculuk sırasında ibadetin nasıl yapılacağı anlatılmaktadır. Burada da kastedilen Cuma ibadetidir. Nitekim 102. ayette “secdeden sonra…” ifadesinden de anlaşılacağı üzere iki rekatlık yani iki bölümlük bir ibadetten bahsedilmektedir. Sünni inanç açısından düşüldüğünde bile buradan çıkan ibadet Cuma ibadetidir. Zira Cuma ibadeti 2 rekatlık bir ibadettir. 101. ayette kastedilen kısaltmanın ibadetin bölümleri / rekatları ile ilgili olduğunu ileri sürmek mümkündür ancak ayeti sadece bu biçimde anlayamayız. Kısaltmaktan kasıt, okunacak ayet ve duaların kısaltılması da pekala olabilir ki, bizce burada kastedilen de bu olsa gerektir. Kaldı ki Cuma ibadetindeki hutbe de ibadetin ayrılmaz bir parçasıdır. Kısaltmadan kastedilenin hutbe okunmamak şeklinde değerlendirilmesi de mümkündür. Bu arada belirtelim ki Alevi cemlerinde de hutbe vardır. Cemin başlangıcında yapılan söyleşi bu nevidendir.

103. ayette ise toplu yakarışın vaktinin belirlenmiş olduğu belirtilmektedir. Bu vakit de Cuma günüdür. Nitekim Alevi müminler cem ibadetlerini perşembeyi cumaya bağlayan akşam yani Cuma günü yapmaktadırlar. Zira Hicri takvimde yeni gün, güneşin batımıyla başlamaktadır. Nitekim Perşembeyi Cumaya bağlayan akşama da bu nedenle Cuma akşamı denilmektedir.

Sünni İslam inancındaki günlük beş vakit namaz uygulaması Hz. Peygamberin miraç hadisesi ile ilintilendirilen bir hadise dayandırılmaktadır. Bu hadis Sünni din bilginlerinin büyük çoğunluğunun en güvenilir hadis derlemesi olarak kabul ettikleri Buhari Derlemesinde Salat 76, Enbiya 5 tasnifiyle yer almaktadır.

İlgili hadis şu şekildedir:

“Hazreti Peygamber'e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır."

Buna ve konuyla ilgili diğer hadislere göre peygamber Hazreti Muhammed, Miraç'ta Tanrı'dan inananlar için günde elli vakit namaz buyruğu almış fakat dönüşte yolda Hazreti Musa'ya rastlamış, Hazreti Musa, Hazreti Muhammed'e günde elli vakit namazın inananlara ağır geleceğini söyleyerek Tanrı'dan bunu indirmesini istemiştir. Hazreti Muhammed, Hazreti Musa'nın öğüdüyle yeniden Tanrı katına gidip günlük namaz vakti sayısının indirilmesini talep etmiştir. Her gidişinde beş vakit indirmiştir. Her seferinde Hazreti Musa, Hazreti Muhammed'e daha da indirmesi için Tanrı katına tekrar gitmesini istemiştir. En son beş vakte indiğinde bile Hazreti Musa aynı isteği yinelemiştir. Fakat Hazreti Muhammed bundan daha az sayıda vakit için Tanrı'dan ricada bulunamayacağını belirtmiştir. Böylece Sünni teolojiye göre günlük beş vakit namaz kesinleşmiştir.

Bu noktada Sünni teologlara şu soruları sormak yerinde olacaktır:

1. Tanrı peygamber bile olsa birilerinin isteğiyle sürekli görüş değiştiren ve karar veremeyen bir varlık mıdır ki elli vakti kademe kademe beşe kadar indirmiştir?

2. Hazreti Muhammed, günlük elli vakit namazın kendi inananları için katlanılamayacak / yerine getirilemeyecek derecede zor olduğunu akıl edemeyen biri midir ki Hazreti Musa'nın akıl vermesiyle hareket etmektedir?

3. Tanrı ve Hazreti Muhammed namaz vakitleri konusunda pazarlık mı yapmışlardır?

4. Hazreti Musa, Tanrı ile Hazreti Muhammed arasındaki pazarlıkta aracılık mı yapmıştır?

5. Hazreti Musa, namaz vakitleri konusunda hem Hazreti Muhammed'e hem de Tanrı'ya etkide bulunan gerçek bir belirleyici midir?

6. Yoksa Sünni İslam'daki günlük beş vakit namaz uygulamasının kaynağı Hazreti Musa mıdır?

7. Sünniler günde elli vakit namaz yerine beş vakit namaz kıldıkları için Hazreti Musa'ya şükran ve minnet borcu içerisinde midirler?

8. Tanrı, günlük elli vakit namazın insanlar için güç olduğunu Hazreti Musa olmasa anlamayacak mıydı?

Bu sorulara ikna edici bir yanıtın verilmesi pek olanaklı görünmemektedir. Anlaşılacağı üzere bu bir iman meselesidir. İmanın her zaman akılla izahı da mümkün olmayabilmektedir. O halde herkesin inancına saygı temel tavrımız olmalıdır.

Cem ibadetiyle ilgili olarak ele almamız gereken bir diğer konu da semahtır. Zira semah cemin bir parçasıdır.

Semah sözcüğünün Arapça gökyüzü anlamına gelen sema sözünden geldiği düşünülmektedir. Ancak bu kelimenin Farsça olduğu yönünde de görüşler vardır. Buna göre semah sözcüğü Farsçada üç anlamına gelen “se” ile ay ya da hilal anlamına gelen “mah” sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur.

Semah Alevi İslam inancının ibadet biçimlerinden biridir. İlkin, Allah’ın buyruğuyla Hz. Muhammed’in de katıldığı Kırklar Ceminde semah dönülmüştür.

Kişinin bir ibadet olarak kendisinin ya da belli bir yerin çevresinde dönme fiilini icra etmesi İslamî bir ritüeldir. Nitekim İslam dininde Kâbe’nin etrafında dönmenin Kutsal Ziyaret yani Hac ya da Umre sırasında ifa edilen bir ibadet olduğunu bilmekteyiz. Kâbe’nin çevresinde bir kez dönmek “şavt” yedi kez dönmek ise “tavaf” olarak adlandırılmaktadır.

Semahın tavaf denilen ibadetin ta kendisi olduğu veya en azından ondan esinlenilerek yapıldığı Alevi İslam inancında çok bariz bir şekilde dile getirilmektedir. Şah Hatayi’nin Kırklar Cemini anlattığı miraçnamesinde de bu net bir şekilde görülmektedir.

Semah sözü, söz konusu miraçnamede tavaf sözü ile birlikte ve anlamdaş olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda aşağıdaki sözleri dikkatle okuduğumuzda konuya muttali olmamız mümkündür.

“…

Cümlesi de el çırpıben

Dediler ki Allah Allah

Muhammed bile girdi

Kırklar ile Semaha.



Muhammed evine gitti

Ali Hakk’ı tavaf etti

Hatemi önüne koydu

Dedi saddaksın Yâ Ali!

…”

Yine Seyyid Nizamoğlu / Seyyid Seyfullah adlı 16. Yüzyılda yaşamış olan bir başka Alevi Bektaşi ozanı da benzer bir şekilde tavaf ile semahı özdeşleştirmekte ve dönerek ibadet etmenin İslamîliğine işaret etmektedir.

“…

Biziz ümmet-i nacî’ler

Din yolunda duacılar

Kâbe'de döner hacılar

Ya ben nice dönmeyeyim?



Seyyid Nizamoğlu tekdir

Münafığın işi şektir

Evvel, ahir dönmek haktır

Ya ben nice dönmeyeyim?”

Görüleceği üzere bu deyişte semah ve tavaf özdeşleştirilmekte ve ayrıca semahın yani dönmenin ibadet olup olmadığı konusunda kuşku duymanın münafıklık olduğu belirtilmektedir. “Münafığın işi şektir” sözü, semahı ibadet saymayanın şek içerisinde yani şüphe içinde olduğunu dile getirmek için kullanılmıştır.

Semahı ibadet olarak görmeyip de oyun ve eğlence olarak görenlere karşı en sert uyarı ise Hünkâr Hacı Bektaş Veli’ye aittir.

“Hâşâ ki semahımız oyuncak değildir.

İlahi bir aşktır, salınca değildir.

Her kim ki semahı oyuncak sanır,

Onun cenaze namazı kılınacak değildir.”

Hünkâr, bu sözleriyle semahı ibadet olarak görmeyenleri dinden çıkmakla ya da İslam dairesi içinde olmamakla itham etmektedir. Zira ancak dinden çıkan ya da İslam dairesi içinde olmayan kimselerin cenaze namazı kılınmaz.

Semah ve tavaf öz itibariyle aynı olup ibadet vasfında iseler o halde Kur’an’da tavaf ile ilgili bütün ayetleri bu bağlamda değerlendirip semahın Kur’anîliği gerçeğini izhar etmede bir müracaat noktası olarak ele alabiliriz.

Kur’an’da tavafla yani semahla ilgili olarak şu ayetler geçmektedir:

Kutsal Ziyaret Bölümü / Hac Suresi 26. ayet…

“Anımsa o zamanı ki, hani biz İbrahim’e Tanrı evinin yerini hazırlamış ve; ‘Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf ederek semah dönenler, ayakta durarak, öne eğilerek ve yere kapanarak ibadet edenler için evimi temiz tut,’ demiştik.”

Kutsal Ziyaret Bölümü / Hac Suresi 29. ayet…

“Sonra da temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev’in çevresinde tavaf ederek semah dönsünler.”

Kâbe’nin çevresinde dönmek manasında tavaf ibadetine işaret edilen diğer iki ayet de Dişi Sığır Bölümü / Bakara Suresi 125 ve 158. ayetlerdir. Ancak “Anlamak İçin Türkçe Kur’an” adlı çevirimizde bu iki ayeti çevirirken tavaf ve semah sözünü kullanmadan “çevresinde dolanmak” sözcüklerini kullanmayı yeğlediğimizden ilgili ayetlerin çevirisini buraya almıyoruz.

Semah ve tavaf ibadeti ile ilgili olarak akla gelebilecek bir diğer konu da semahtaki müzik ve ritim unsurudur. Malum olduğu üzere semah sırasında, çalınan bağlama eşliğinde deyişler söylenmekte ve semah müziğin ritmine göre dönülmektedir. Semahtaki kadar olmasa da tavafta da belli bir ritim ve deyiş vardır.

Tavaf sırasında kişinin mecali nispetinde çok hızlı yani koşarak veya çok yavaş adımlarla değil belli bir tempo halinde yani bir ritim gözetilerek dönülmektedir. Yani semahtaki ritim tavafta da vardır.

Semah sırasında söylenen deyişler gibi tavaf sırasında da adına “telbiye” denilen ve hep bir ağızdan söylenen dualar vardır. Deyişler de söz ve mana itibariyle dua içeriklidir. Dolayısıyla semah ve tavaf bu yönüyle dahi özdeşlik arz etmektedir.

Tavaf sırasında hep bir ağızdan okunan telbiye şöyledir:

“Lebbeyk!… Allahümme Lebbeyk…

Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk…

İnne’l-hamde ven ni’mete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek.”

Telbiye’nin Türkçe anlamı ise şu şekildedir:

“Buyur Allah’ım, buyur. Senin ortağın yoktur.

Bütün övgüler ve bütün nimetler senindir.

Mülkün sahibi sensin. Senin ortağın yoktur.”

Semah sırasında da; “ Hü… Hü… Allah Allah… Lailahe illallah…” sözleri söylenmektedir. “Hü” sözü Arapçada “o” demektir ve bununla Allah kastedilmektedir. Semahlar sırasında en çok söylenen sözlerden biri “hü” sözüdür.

Bugün semahların tavaftan daha spesifik ve daha estetik bir hale büründüğü görülmektedir. Ancak semahın aslı Kırklar Semahıdır ki bu semahta semahçılar içlerinden geldiği gibi ve herhangi bir estetik kaygı gözetmeden ilahî aşkla dönmektedirler.

Cem ibadeti ile ilgili olarak değinmemiz icap eden bir diğer konuda kıble meselesidir. Malum olduğu üzere Sünni ve Şii İslam inancında namaz kılarken Kâbe’ye doğru dönmek ibadetin şartlarından kabul edilmektedir. Dolayısıyla Kâbe’ye doğru dönülmeden yapılan bir ibadetin geçerli olmayacağı ileri sürülmektedir.

Oysa gerçek öyle değildir. Konuyu mümkün olduğunca derinlemesine ele almakta büyük fayda var. Zira ancak bu şekilde mesele vuzuha kavuşacaktır.

Şöyle ki;

Kıble, Arapça bir sözcüktür. Namaz ibadetini icra sırasında Mekke kentinde bulunan Kâbe adlı binaya doğru yönelmeye ve bu yönelişin bulunduğu doğrultuya kıble denilmektedir.

Hazreti Muhammed, Mekke’den Medine’ye göçten önce ibadet sırasında Kâbe’ye yönelirdi. O sırada Kâbe henüz putlardan arındırılmış değildi. Buna karşın yine de ibadet sırasında Müslümanlar Kâbe’ye yönelmekte bir beis görmüyorlardı. “Böylece Kâbe’ye yönelerek edilen secde ile dolaylı olarak Kâbe’de bulunmakta olan putlara da ta’zim edilmekteydi”, şeklinde bir yorum yapmak, ne derece isabetli olur bilinmez ama yine de içerisinde putların bulunduğu bir yapıya yönelmek, kimilerine göre gerçekten ilginç bir durum arz etmektedir. “Edilen secde, Kâbe’ye yahut onda bulunan nesnelere değil Tanrı’yadır,” biçimindeki bir açıklamanın ikna edici olduğu muhakkaktır. Fakat o zaman sonradan yaşanacak olan kıble değişikliği olayının ve bu olaydan kaynaklanan şiddetli tartışmaların ayrıca izah edilmesi zorunluluğu da kendiliğinden açığa çıkmakta değil midir?

Nitekim Hazreti Muhammed, Medine’ye göç ettikten sonra ibadet sırasında Kâbe’ye yönelmekten vazgeçip Tanrı’nın esinlemesiyle Kudüs’e yönelmeye başladı. Müslümanlar, böylece yaklaşık on altı, on yedi ay kadar Kudüs’e yönelerek ibadet ettiler. Kimi tarihçiler Kıble değişikliğinin, Hazreti Muhammed’in Yahudileri kazanma amaçlı bir eylemi olduğu görüşündedirler. Hatta kimi Kur’an yorumcuları da bu yönde görüşlere sahiptirler. Sözgelimi, ünlü Türk Kur’an yorumcusu Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.I, s.525’te şöyle demektedir:

“Resulallah... Mekke'de iken Ka'be'ye müteveccihen namaz kılardı. Medine'ye hicretten sonra Sahre'ye (Kudüs'e) mütevec­cihen namaz ile emrolunnıuştu ki, bunda Yahudileri İslam’a bir nevi te'nis (alıştırma) vardı.”

Muhammed Hamdi Yazır’ın bu husustaki görüşüne koşut bir görüş de Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından onaylı ve Suudi Devletince 1992 yılında bastırılmış “Kur’an- ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali” adlı Kur’an çevirisinin 21. sayfasında yer alan Dişi Sığır Bölümü / Bakara Suresi’ndeki ilgili ayetlerin açıklamasında da yer almaktadır. Söz konusu açıklamada şöyle denilmektedir:

“Resulullah Medine’ye geldikten sonra Müslümanlar on altı, on yedi ay kadar Kudüs’e yönelerek namaz kıldılar. Bu durum Yahudilerin şımarmalarına, “Muhammed ve ashabı kıblelerinin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz onlara yol gösterdik” gibi laflar etmelerine ve bunu etrafa yaymalarına sebep olmuştu. Resulullah, Allah’tan İslam’a kendi kıblesinin verilmesini niyaz etti. İşte bundan sonra Kudüs’ten Kâbe’ye dönülmesi emri geldi. Bunun üzerine Yahudiler ve münafıklar tekrar ileri geri konuşmaya başladılar. Aşağıdaki ayetler bu olayı anlatır.”

Bu açıklamanın ardından kıble değişikliği ile ilgili ayetlerin Türkçe çevirileri sunulmaktadır. Ancak biz burada kendi çevirimizi sunacağız.

Kur’an’ın Dişi Sığır Bölümü / Bakara Suresi 142, 143, 144 ve 145. ayetlerinde kıble değişikliği olayı şu şekilde geçmektedir:

“İnsanlardan bir takım beyinsizler diyeceklerdir ki; ‘Daha önce yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?’ De ki; ‘Doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi doğru yola ulaştırır.”

“İşte böylece biz, insanlar için örnek olasınız ve elçi de size örnek olsun diye sizi taşkınlıktan uzak bir topluluk kıldık. Biz senin yöneldiğin kıbleyi, yalnızca elçimize uyanlarla ondan ayrılıp geri dö­nenleri ayırt edelim diye kıble yaptık. Kuşkusuz bu, sadece, Allah’ın doğruya ulaştırdığı kimselerden başkasına ağır gelir. Elbette ki Allah, inancınızı boşa çıkaracak değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı çok acıyıcı ve bağışlayıcıdır.”

“Doğrusu, biz senin gözlerini gökyüzüne diktiğini görüyo­ruz. Onun için seni gönlünün dilediği bir kıbleye döndürüyoruz. O halde şimdi yönünü Kutsal Secdelik’ten yana çevir. Artık siz de nere­de bulunursanız bulunun, hep o yöne dönün. Kuşkusuz kendilerine kitap verilenler, onun rablerinden gelen bir gerçek olduğunu iyice bilirler. Çünkü Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”

“Andolsun ki, sen, kendilerine kitap verilenlere her türlü ka­nıtı sunsan da onlar yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar, birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Kuşkusuz sen, sana gelen bunca bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman elbette ki zalimlerden olursun.”

Görüleceği üzere o günün koşullarında Medine’ye göçün ardından, önce Yahudileri İslam’a alıştırmak için kıble olarak Kudüs belirlenmişken daha sonra onlara benzememek için son aşamada nihaî kıble olarak Kâbe netleştirilmiş bulunmaktadır.

Nitekim sonraki ayetlerde yani 148, 149. ve 150. ayetlerde bu netleşmeye vurgu yapıldığı görülmektedir.

“Kuşkusuz herkesin yöneldiği bir yön vardır. Öyleyse siz de iyilik yapmak için yarışın. Nerede olursa olsun Allah hepinizi bir araya getirir. Şu bir gerçek ki, Allah, her şeye güç yetirendir.”

“Bu nedenle, nereden yola çıkarsan çık, yönünü Kutsal Secdelik’e çevir. Elbette ki bu, rabbinden gelen bir gerçektir. Kuşku­suz Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”

“Yine nereden yola çıkarsan çık, yönünü Kutsal Secdelik’e çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki, insanların elinde size karşı kullanacakları bir dayanak kalmasın. On­ların arasından zulmedici olanlara gelince, sakın sizi korkutmasınlar. Siz yalnızca benden çekinin ki, size olan nimetimi tamamlayayım. Ve umulur ki siz, böylece doğru yola ulaşabilirsiniz.”

Ancak ibadet sırasında dönülecek kıble konusundaki esas ilke Yahudilerle olan tartışmalardan bağımsız olarak 142. ayette gayet net bir şekilde ortaya konulmuştur. “…Doğu da Batı da Allah’ındır…”

Yine Dişi Sığır Bölümü / Bakara Suresi 115. ayette durum daha da netleştirilmiş vaziyettedir. Söz konusu ayetin Türkçe karşılığı şöyledir:

“Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. O halde nereye döner­seniz dönün, Allah’ın yüzü oradadır. Kuşkusuz ki, Allah kuşatandır, bilendir.”

O halde ibadet ederken cem sırasında canların Kâbe’ye doğru yönelme mecburiyetinin olmadığı yukarıdaki ayetten de çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Cem ibadetinde kıble insan cemalidir. Canlar, cemal cemale ve halka biçiminde dizilerek secde etmektedirler. Zira ne yöne dönersek dönelim orada Allah’ın yüzü vardır.

Görüleceği üzere cem ibadeti sırasında kıble konusundaki tutumun kaynağı da hiçbir kuşkuya yer olmaksızın Kur’an’dır. Yani Alevi müminler kıble konusunda da Kur’anî bir tutum içerisindedirler.

Öyleyse kıble konusunda Alevi müminleri haksız bir şekilde tenkit edenlere büyük Bektaşi ozan Edip Harabî hazretlerinin şu sözlerini okumak isabetli olacaktır:

“Ey vaiz efendi, Harabi der ki,

Dinle bu nutkumu bilmezsin çünki,

Ben öyle mukaddes bir Kâbe’yim ki,

Kâbe gelsin beni tavaf eylesin.”

“Cem ibadetinin Kur’anîliği” başlıklı konumuzu bağlarken son söz olarak bir kez daha açıklıkla belirtelim;

Cem ibadeti Kur’anîdir. Cem, “salat” buyruğunu da içeren ve teolojik kaynağını, Hz. Muhammed’in miracı sırasında, metafizik âlemde vuku bulduğuna inandığımız Kırkların Ceminden alan İslamî bir ibadet şeklidir.

Hâsıl – ı kelam; Alevilerin namazı, Kur’an kaynaklı olarak her türlü kuşkudan azade bir biçimde, ayin - i cemdir.

Mustafa Cemil KILIÇ
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi