Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5

Diyanet işleri başkani bu soruya cevap vermeli
#1

Bu soru kışkırtıcı mıdır? Evet, ama bu soru cemevleri için soruldu ve tartışıldı. Hem de cemeviyle hiç ilgisi olmayanlar tarafından. Ne tahrik olan oldu, ne de Diyanet’e saldıran…
Anımsar mısınız; boyuna kadar harama bulanmış Diyanet baronları “cemevleri ibadethane değildir!” fetvası vermiş, “laik” devletin hükümetleri de bu fetvayı, Anayasanın üstünde tutmuş, cemevlerine ibadethane statüsü verilmemişti. Şimdi, Alevilik adına iki çift laf etme yeisindeki biri olarak, ben de izninizle camileri, ya da camiye hakim olan zihniyeti sorgulamak istiyorum. Zira Sünni Diyanetin, Alevi cemevlerine dair hiçbir söz hakkı, yetkisi, bilgisi olmamasına karşın konuşuyor, fetva veriyor. Oysa camide ibadet etmesem dahi, benim camiye dair söz etme hakkım var; çünkü o mekanın masrafına, yasa zoruyla ortak ediliyorum. Tıpkı çocuklarıma, yasa zoruyla Sünni mezhebinin öğretildiği gibi…
Gerçeği söylememde bir mahzur yoktur değil mi? Çünkü gerçeği görmezden gelip içimize attıkça, ülkenin, milletin, Alevinin, Sünni’nin, özetle herkesin koşulları daha da olumsuzlaştı. Medeniyeti, teknolojiyi, demokrasiyi, insan haklarını değil dini, mezhebi konuşur olduk. 12 Eylül Cuntası, yani ‘ABD’nin çocukları’ dinci faşizmi ülkenin başına musallat ettiğinden buyana adım adım endişe verici noktaya geldik. Şimdi de “dindar gençlik” ve 4+4+4 tezgahıyla karşı karşıyayız. Önlem alınmazsa-almazsak son vuruşu yapıp, rejimin adını koyacaklarından emin olun. Öyleyse ruh halimizin ve endişelerimizin anlaşılması için daha açık söylemeliyim: Maraş, Çorum ve Sivas katliamları, hep Cuma günleri başlatıldı: hem de, aslında birer ibadet mekânı olarak bildiğimiz camilerden…
Bu söylediğim iftira, iddia, tevatür değil… Dileyen herkes araştırır; yalan mı, gerçek mi, bakar görür… Mahkeme kararlarına, gözlemcilere, video kayıtlarına, cami cemaatinin tanıklıklarına yansıyan tüyler ürpertici bu gerçeğe karşın, neden önlem alınmıyor; neden hep birlikte sormuyoruz; “ey Diyanet baronları; bu camilerde neler dönüyor; bu mekanlarda ibadet mi ediliyor; siyaset mi yapılıyor, cinayet mi örgütleniyor?” diye.
Biz soralım mı? Ey Diyanetin dinci baronları; bu katliamlar öncesi cemaatin arsına karışan kışkırtıcı ajanları, Alevi cinayetlerine azmettirenleri, kimler olduklarını, personelinizden kimselerin olup-olmadığını araştırdınız mı; sorumluları bulup cezalandırdınız mı; ‘bir daha olmasın, bu yalanlara, iftiralara, kışkırtıcı ajanların provokasyonuna inanılmasın’ diyerek önlem aldınız mı? Aldınızsa, nasıl oldu da bu cinayetler tekrar tekrar işlendi?
Bana, ya da bu türden yazılara tepki göstermek yerine aynaya bakın aynaya! Adam gibi cevap verin, empati yapın, sorgulayın, sorun, sormaktan, sorgulamaktan korkmayın! ‘Nasıl oluyor da cemaatimiz, Cuma namazından hemen sonra bir koşu gidip cinayet işliyor?’ deyin! Sorgulayın. Soru ve kuşku, insan olmanın, birey ve medeni olmanın ilk şartıdır… İslam’ın şartları kadar, insan olmanın şartlarını da öğrenin. Cami cemaati, bu katliamların, bu kirlenmişliğin külliyen içinde değildir elbette; hatta çoğunluğu temiz ve mütedeyyindir; eyvallah.Ama sorun, her zaman olduğu gibi mütedeyyin inançlı insanlarımızın, fanatizme, şiddete fırsat vermeleri, din simsarları karşısında sessiz kalmaları, onlara maddi, manevi ve siyasi anlamda teslim olmaları değil midir? Dolaysıyla, bana göre suçun ortağı bizzat ‘haksızlık karşısında sustuğu için dilsiz şeytan’nitelemesini hak edencemaatin tümüdür!
Camiyi yöneten Diyanet, gırtlağına kadar dincidir, siyasetçidir, batağın içindedir ama caminin, inancın, insanlığın kirletilmesine izin veren, susup tepki göstermeyen, alet olan, zımni olarak onaylayan cemaat de en az Diyanet kadar suçlu değil midir?
Yaşar Nuri Öztürk, kendilerine “dindar” ya da “mütedeyyin” diyen Müslümanlardan kimilerini,“Allah ile aldatan hainler”, kimilerini de “Allah ile atlatılmış hainler” diye ifade etmektedir. Devamında; ‘bu aldatılmış hainler’ o noktaya gelmişlerdi ki, Allah ile aldatanlar, bunların sırtındaki giysileri isteseler vereceklerdi. Dahası var; bakın, Berlin toplantısında RT Erdoğan’ın hakaretleriyle susturuldukları günlerin ardından bize gelen bir yazıda Osman Taner adlı yurttaş, arka planla ilgili neler söylüyor:‘bu yeşiller yaktı bizi. Sadece elimizde kadınlarımız kalmıştı; isteselerdi onları da verecektik.” [1]
Cemaatin sessizliği, “sükut ikrardan gelir” özdeyişiyle ifade edilebilir mi? Yani, hırlı-hırsız, dolandırıcı, Allah’la aldatan, Allah’la aldatılan” herkesin cemaate-camiye kabulü, caminin, hoca ve imamın maaşlarının ve ibadetin tüm giderlerinin devlet bütçesinden ödenmesi karşısında, cemaatin sessiz kalmasını soruyorum… Kuran bağırıyor, ahlak bağırıyor, insanlık bağırıyor: ibadetinize haram karıştırmayın; evinize, aşınıza, işinize, lokmanıza haram karıştırmayın! Ve Aleviler bağırıyor; inançsızlar, demokratlar, ahlaklı insanlar, gayrı Müslimler bağırıyor: “ey ahali, bizim vergilerimizi, inancınızın giderine kullanmayın!”
İnanç adına faaliyet yürütüldüğü düşündüğüm camilerin, aslında katil ve dolandırıcıları n cirit attığı mekanlar olduğunu fark ettiğimde; bu mekanların olumsuz ve ayrıştırıcı niteliklerinin devlet tarafından desteklendiğini , giderlerinin ve personel ücretlerinin devlet bütçesine fatura edildiğini, hele hele Alevi Katliamlarının organize edildiği mekanlar olduğunu bizzat yaşadığımdan buyana, benim nazarımda camiler ibadethane değildir… Evet değildir!
Buyurun araştırın bakalım! Yer ve tarih de verelim: Maraş katliamı 22 Aralık 1978 Cuma günü Ulu Camiden; Çorum Katliamı, 4 Temmuz 1980 Cuma günü Alâeddin ve Ulu Camiden; Sivas Katliamı ise, bilindiği üzere 2 Temmuz 1993 Cuma günü Paşa, Meydan ve KaleCamilerinde başlatıldı, yürüyüşlerle devam etti ve katliamlarla sonuçlandı.
Şimdi meseleye, belge ve tanıklıklar üzerinden biraz daha ayrıntılı bakalım.
“Çorum Katliamı öncesinde "Cami bombalandı" söylentisi: Çorum Şehri yıllar boyu, Anadolu geleneksel mozaik yapısının bir örneği idi. Halk, farklı etnik ve kültürel yaşam tarzlarına rağmen, barış içinde yan yana yaşarken, Şehir, 1980 yılı baharı ile birlikte patlamaya hazır bir bomba haline dönüşmüştü. MHP’li Gün Sazak öldürülmüş, yine bir yerlerden düğmeye basılmış, olaylar başlamıştı. O acılı ve zorlu günlerde, olayları birebir yaşamış üç arkadaşımız, bize görgü tanıklığı yaptılar, yaşadıklarını anlattılar.
Cemal Kelik, olaylarının olduğu 1980 yılında 15 yaşında ortaokul öğrencisiymiş. Olaylardan kısa bir süre sonra da Çorum’dan ayrılmış.
Olaylar başladığında dışarıda idim. Akşama doğru ‘cami yakılıyor’ diye bir söylenti yayıldı. Zaten Çorum ikiye bölünmüştü. Sağcıların ve solcuların gittikleri okullar bile ayrı idi. Olaylardan sonra artık bu iyice arttı. Olayların başlaması ile birlikte barikatlar kurmak zorunda kaldık.
Askerlerle bir problemimiz yoktu. İkinci Olaylar, ‘camii yakıldı’ söylentisi ve bir kaç tane polisin içip, içip sokağa çıkmaları ve havaya silah sıkmaları ile başladı. Olaylar başladıktan sonra evler yakıldı, yakınımızdaki camiden atılan kurşunlarla arkadaşlarımızı , tanıdıklarımızı öldürdüler. Asker’le bir sorun olmadı ama Özel Tim ortalığı karıştırıyordu. Sivas’tan Özel Tim getirilmiş. İşte o zaman insanları taramaya başladılar.
Genelde Kürt, Türk, Alevi, Sünni köyleri karışık ya da yan yana ama sorunsuz yaşıyorlardı. Herkes birbirine saygılı idi. Alevi Sünni Sorunu gibi bir sorun olmamıştı. O zamanlar sorunlar ‘sağ sol’ meselesinden çıkardı. Çorum ikiye bölünmüştü. Birinci olaydan sonra, Sünni Vatandaşlar bile evlerini terk etmek zorunda kaldılar. İkinci olayla birlikte Çorum’da artık barış ortadan kalmıştı, artık ‘sağ sol’ meselesinin yerini ‘Alevi Sünni’ meselesi almıştı. Olayların başlamasına neden olanların amacı da zaten bu idi ve nitekim bunu da başarmışlardı.
Halk’la bir çatışma yoktu. Polis’le çatışılırdı. Gerilim artınca Çorum Halkı da Polis’e tavır almaya başladı. Daha önce hiç bir şeye karışmayan, solculara kızan Normal Vatandaş da Polis’e tavır alması gerektiğini anlamıştı. Asıl suçluların kim olduğunu görmüştü Halk.
Muharrem Erdem, Olayları Çorum’da yaşamış. Aslen Çorum’un köyünden olan Erdem, Olayların olduğu yıl 38 yaşındaymış ve Merkez’de öğretmenlik yapıyormuş.
Sanıyorum Çorum’un o zamanki nüfusu, 100 bin civarında idi. Etnik yapı itibarı ile Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Çerkez karışık bir Şehir’di. Olaylardan önce Halkların arasında herhangi bir düşmanlık yoktu. Farklı olmalarına rağmen, herkes birbirine saygılı yaşayıp gidiyordu. Ama olaylardan sonra, her şey değişti. Örneğin Sünni Bölgeleri’nde yaşayan Aleviler göç etmek zorunda kaldılar.
Herkes tedirgindi. ‘Her an olay çıkacak’, diye bekliyorduk artık. Bu yüzden de önlem almaya çalıştık. İyi ki de alınmış bu önlemler. Yoksa çok daha büyük bir katliam yaşanabilirdi. ‘Alaaddin Camii bombalandı’ söylentisi ile başlayan olayların ardından, bir taksi ana caddeden çevreyi tarayarak geçti. Zaten her şey böyle başladı. Bir anda ortalık ana baba gününe döndü ve kaos başladı.
Bu tahrik tamamen sivil polis tarafından yapıldı. Bizim bölgedeki bütün polis şehir dışına çıkartılmış. Halkın kendisini savunmasından başka alternatif yoktu. İnsanlar birbirleri ile o zamana kadar olmadığı kadar dayanışma içinde davrandı. Çorum halkı, ilerici, demokrat güçlerle el ele vererek kendisini savundu. Eğer bu sağlanamasa idi, kayıplar çok daha fazla olurdu.
Ergeldi; Köyde yaşıyordum o sıra ben. Yozgat istikametinden otobüslerle Ülkücüleri getirip, halka saldırttılar. Birinci Çorum Olayları çıktıktan sonra, yollar kapatıldı. Yiyecek, çay, sigara sıkıntısı başladı. Halk olarak kendi gücümüzle savunmaya çalıştık kendimizi.
Ortada Güvenlik Gücü, diye bir şey yoktu. Asker öylece duruyordu. Ramazan Ayı’nda ilk gerilim başladı. Biz ekmek kavgasında olan insanlardık. İş, ekmek, eğitim istiyorduk. Önce ‘sağ sol’ meselesi ile başlatıldı. Sonra ‘Alevi Sünni’ kavgasına dönüştürüldü, gözümüzün önünde yakınlarımızı kaybettik.
Saldırıların olduğu günlerde, bir gece yarısı, yakındaki tepelerden üzerimize susturucu takılmış silahlarla kurşunlar yağmaya başladı. 20-30 kişi tepelere doğru koşmaya başladık. Tepelere varıp, onları püskürttük. Hemen ardından, ortaya ordu birlikleri çıktı. Çevremizi sardılar. Bizi suçlamaya başladılar. Nerede ise biz kendimizi savunduğumuz için suçlu duruma düşürüldük. Püskürttüğümüz grup, bütün gün Alevilerin evlerini ateşe verdi. Yangın söndüren araçların önünü polis kesti ve yangın yerine girişlerini engelledi. Asker, yanan evleri sadece seyretti. Düşünün, sayıları onbinlere varan, sürü halinde bir kalabalık, halkın üzerine ‘Allah, Allah’ sesleri ile saldırıyordu. Böyle bir saldırı gerçekten beklemiyorduk.
Saldıranlar, dışarıdan da getirilen MHP kökenli ülkücü Güçler’di. ‘Sağ sol’ çatışması havası verdiler önce. Sonra ‘Alevi Sünni’ çatışmasına dönüştürülmeye çalışıldı. Bu süreçte Çorum Halkı iyice siyasileşti. Devlet, Osmanlı zihniyetini yaşıyor hala. Derin Devlet, İslam ve Türkçülük çerçevesinde kimi zaman dini, kimi zaman milli duyguları öne sürüyor. Çorum Olayları’nda İlericiler ve Demokratlar ile Halk bir arada hareket etmeseydi ve saldırganları püskürtmeseydik , Devlet hiç de ortada görünmeyecekti.
Demokrasi Güçleri ne zaman bir araya gelip biraz güçlenmeye başlasa, Devlet aynı taktiğe başvuruyor. En ufak hak talebi, bugün bölücülük olarak adlandırılıyor. Aslında Derin Devlet’in kendisi bölücü. Çünkü çıkarları tehlikeye giriyor. Ordunun harcaması kontrol edilmeyen tek ülke Türkiye… Bunun söylemek, telaffuz etmek bile suç oluyor.” [2]
Maraş Katliamı: Katliama çağıran anonslar. Belediye hoparlörü: “üç din kardeşimizi komünistler öldürdü.” Askeri telsiz: “Aleviler askeri kışlayı bastı.”
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e gönderilen 3 Ocak 1979 tarihli rapor, olayların organize edilmesinde MİT’in rolüne işaret ediyor. Gazeteci Rıdvan Akar ve Can Dündar’ın Ecevit’in arşivinden elde ettiği raporda, “Yeni vuku bulan Maraş olayı başta Türkeş, Maraş Milletvekili Mehmet Yusuf Ö. olmak üzere, MİT’ten Şahap H. Ali K., Mehmet K., Avukat Metin E., Nart K.’nın müşterek planlamaları ile çıkarılmış” deniliyor.”[3]
Maraş Katliamını yazan İnci Aral'dan ürküten uyarı: yeni katliamlar olabilir
Yazar İnci Aral, o Alevilerin sığındığı köylere gitti. Tanıklarla tek tek görüştü ve 1983’te dokuz öyküden oluşan Kıran Resimleri’ni yazdı. Dinleyelim…
“1979 yılı idi. Okul kapandığı için vaktim vardı. Bir gün çocuklarımı görmeye İzmir’e gitmiştim, ani bir kararla İzmir’den Maraş otobüsüne bindim. 16-17 saatlik bir yolculuk yaptım. Hiç kimseyi tanımıyordum. Sadece bir avukat arkadaşım, Maraş’ta tanıdığı başka bir avukatın adresini vermişti. O kadar. Sabah çantam elimde şehre indim. Avukat yerinde yoktu. Yardımcısı ‘Bugün gelmez’ deyince, anlattım: Buraya Maraş’ta bir yıl önce ne olduğunu anlamak, mağdurlarla görüşmek için geldim. ‘O zaman’, dedi yardımcısı, ‘Köylere gitmeniz lazım. Şehirde hiç Alevi kalmadı’. Köylere nasıl gideceğim peki? Yolun karşısındaki minibüsleri gösterdi. Çıktım, durağa gittim. Orta yaşlı, iri-yarı bir kadın duruyordu. Herhalde çok yabancı görünmüş olacağım ki, bana niçin geldiğimi, kim olduğumu sordu. Söyledim. ‘Gel benimle’ dedi, ‘Seni küfürlü içeriküreyim.’ Adeta beni koltuğunun altına aldı.
Kimmiş o kadın? Aleviler güvenlik sebebiyle şehirden köylere göçmüş ve kendilerine orada izole bir alan yaratmışlar. O kadın da köylerde sözü geçen biriymiş, sonradan anladım. Ördekdede Köyü’nde inince önce sağ taraftaki kalabalığa Kürtçe bir şeyler söyledi. Bir hareketlenme oldu. Bayırdan aşağı biraz daha ilerledik, soldaki kalabalığa eliyle bir şeyler işaret etti. Sonra evine vardık, yarım saat geçmeden onlarca kişi evine dolmuştu.
Neydi ilk duyduklarınız?
Herkesin hikâyesi farklı ama aslında aynıydı. Birdenbire, beklenmedik saldırıyla karşılaşmışlar. Olaylardan önce bazı emareler var ama bu kadar gözü dönmüş bir kalabalıkla karşılaşacaklar ını hiç ummamışlar. O kalabalık içinde komşuları, uzaktan hısım, akrabaları da var. En önce yaşadıkları bu şoku anlattılar. O tanıdıklarına sürekli hatırlatıyorlar mış.
Neyi hatırlatıyorlar mış? Ya biz seninle komşu değil miydik, sen oğlumun kirvesi değil miydin, ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi… Bu şekilde hatırlatıyorlar mış olaylar sırasında. Ama fayda etmemiş. Çünkü ‘Bırak komşuluğu, siz Müslüman bile değilsiniz’ cevabını alıyorlarmış.
Şehirdeki genel hava nasıldı olayların birinci yılında?
Maraş’a inip avukatın ofisini ararken gördüm, yanmış, yıkılmış, iskeletleri kalmış evleri, daha doğrusu simsiyah beton öbeklerini. Terk edilmişlerdi. Aleviler her şeylerinden olup, köyde tek bir dam edinmişlerdi kendilerine. Abartmıyorum, büyükçe bir oda düşünün, bir köşesi mutfak olarak kullanılıyor, bir bölümünde oturuluyor, bir yerinde de uyunuyor. İşyerleri yağmalandığı için geçinemez hale de gelmişlerdi. Hangi eve gittiysem, yedikleri şey aynıydı: Bulgur pilavı, soğan, sac yufkası ve ayran.
İnanılmazdı, inanmak da istemedim işin doğrusu. Kadınlara tecavüz edildiğini, hamile karınların deşilip ceninlerin çıkartıldığını, genç kızların memelerinin kesilip ağaçlara çivilendiğini duymak kolay olmuyor. Ertesi gün beni başka bir köye gönderdiler. O köyün büyüğüne emanet ederek. Bir motorun arkasına binip gittim. Aynı manzaralar. Her gece başka bir evde kalıyordum. Kadın, erkek, çocuklar, hep beraber tek yer yatağına sığışarak. Ama benim üstüme en güzel yorganlar örtülüyordu.
Maraş’tan ayrıldıktan sonra farklı biri miydiniz? Evet. Eşimin söylediğine göre bir ay filan doğru düzgün hiç konuşmamışım. Travma yaşadım resmen. Ama sonra kendimi toparlayıp avukatı aradım. Maraş davası başlamıştı ve benim dosyalara ihtiyacım vardı. Bana tanık ifadelerinin stenoyla tutulmuş notlarını verdi. 40 klasör filan. Hepsini okudum. Duygudan duyguya savruluyordum. Bazen ağlıyordum, bazen de duruşma salonunda yaşanan trajikomik olaylara gülüyordum. Bir de tabii, sevdiğim ve belleğime kaydettiğim o dili tutanaklarda da buldum. Bir yılda yazdım Kıran Resimleri’ni. Bir öyküyü yazıyordum, sonra tekrar başına oturmaya korkuyordum. Çünkü yazarken çok acı çektim ben. O şiddeti anlatmak çok zordu.
Öykülerin büyük çoğunluğunda ana karakter kadınlar…
Çünkü böyle katliamlardan, savaşlardan en büyük yarayı onlar alır. Bir de kadınlar öyle detaylı anlatmışlardı ki olayları… Örneğin erkekler şöyle yansıtıyor: “Dışarıdan bir ses duydum. Cama çıktım, eli sopalı, baltalı bir kalabalık geliyor. Ayıptır, yapmayın etmeyin diyoruz. Dinlemiyorlar. Evlerimizi yaktılar. Vurdular, öldüler.” Kadınlar ise hayatta kalma refleksleri nedeniyle ayrıntıları çok daha net görüyorlar. Katliam havasını anlatmaya iki gün önceden başlıyor, en küçük detaylara kadar veriyorlar. Ve uğradıkları kötülükten inatla davacı oluyorlar.
Üç öğretmenin cenazesinden sonra bir felaketin yaklaştığını hissetmişler değil mi?
Evet. Zaten aksi mümkün değil, çünkü belediye hoparlörlerinde n ‘Komünistler ve Aleviler öldürdü’ diye anonslar yapılıyor. Yine de darbenin dost bildikleri kişilerden geleceğini tahmin etmiyorlar. Çünkü aslında Alevi ve Sünniler arasında o güne kadar çok yakın ilişkiler var. Hatta bazı olaylara katılmayan Sünniler, Alevileri evlerinde saklamışlar. Ama tabii çok az.
Köylerde size katliamın olduğu gün şehre gelen milli piyangoculardan , Amerikalı asker Alexander Peck’ten bahsedilmiş miydi?
Hayır, o günlerde bundan söz edilmiyordu. Fakat sonradan bu olayın önceden, nisan ayı gibi ve Malatya, Maraş ve Sivas olmak üzere üç ilde planlandığını öğrenmiştik. Arkasında da NATO’ya bağlı Gladyo’nun olduğu söyleniyordu. Çünkü mesela tam nisan ayında Alparslan Türkeş’in ‘oralar karışacak’ dediğini biliyoruz. Yine o aylarda Malatya belediye başkanına gönderilen bombalı paket var. Fakat ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) ve benzeri birkaç örgüte operasyon yapılarak aylar önceki girişim durdurulmuştu. Ama Maraş’ta maalesef başarılı olunamadı. Asıl amaç Ecevit hükümetini düşürmek ve 12 Eylül’e giden yolu hızlandırmaktı, sanıyorum.
Siz de dış mihraklar diyorsunuz?
Orada dinlediğim hikâyelerin hepsinde şu önemli detay vardı: Aleviler Maraş’ta ekonomik olarak daha iyi durumdaydı. Sünni kesim ise yoksuldu. Komşu komşuya birkaç piyangocu ve Amerikalı asker yüzünden düşer mi diye sorguluyoruz ya… İşte öncesinde insanlara ‘Aleviler bu toprakların kaymağını yiyor, size bir şey kalmıyor’ propagandası yapılmış.Benim Maraş’ta gördüğüm şey, kitabın başına da koyduğum Turgut Uyar cümlesidir: ‘Ve zoraki karmaşıklığını gördüler. Kan dökmenin ve ucuza gitmenin.’
Sonra davayı da izlediniz mi? İçim acıyarak. Ben o süreçte o kadar yıprandım ki, 10 yıl sürecek bir migren sahibi oldum. Bu katliamın suçluları hiçbir zaman tam olarak bulunamadı. Çünkü planlayanlar kullandıkları kişileri sonra da kolladı. Açıklanamayan şeyler var. Mesela avukatlar resmen suçluların isimlerini veriyor. Hatta bazıları en son askerlerin ayaklarına kurşun sıkarak durdurduğu grubun en önündeki kişilerdi. Hastaneye kaldırılmışlar ama hastane kayıtlarında görünmüyorlar. Hastane başhekiminden, belediyeden o anonsları yapanlara kadar o kadar farklı kişiler kullanılmış ki… Ama sonuçta bu kişilere hiç ulaşılamadı. İşte Ecevit, bu meselenin daha fazla kurcalanmasını istemedi ve Maraş dosyası kapatıldı. Böyle olduğunu biliyorum.
Nereden biliyorsunuz?
10 yıl önce İzmir’deki imza günüme bir bey geldi ve bana kendini “Ben Özdemir’im” diye tanıttı. Önce kaldım sonra öykülerimden birine adını veren karakterden söz ettiğini anladım. “Ben o davaya bakan yargıçlardan biriyim. Biz o davanın altından kalkamadık. Ama yapacak hiçbir şey yoktu çünkü baskı altındaydık” dedi. Ecevit, Gladyo’dan ürktüğü için üstüne gitmedi zannediyorum. Olay o zamanki solun üstüne yıkılarak bitirildi. Köydeki kadınlardan biri anlatmıştı: İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı hükümet konağından çıkarken yeldirmesini başına atıp yakasına yapışıp silkelemiş adamı. ‘Seni adaletsiz!’ diye. İşte benim duygum budur.
Maraş katliamının tekrarlanabilec eği endişesini taşıyorum.
… Bu saatten sonra Alevi-Sünni çatışması olur mu demeyin. Ben o bölgelerde bazı şeyler seziyorum. Ortadoğu’daki gelişmelere, Suriye’de olup bitenlere bakınca tedirgin oluyorum. Çünkü çok kolay kışkırtılan bir toplumuz. Aslında işin özü yüzleşmek, gerçek suçluları cezalandırmak… Maraş sanıkları arasında delil yetersizliğinde n serbest kalıp, soyadını değiştirerek Meclis’e girenler oldu. Yani sonuçta hesabını hakkıyla kapatmadığınız her felaket tekrarlanabilir .”[4]
Dönemin Çorum Başsavcısı Ertem Türker; “Benim korumam Çorum olaylarındaki bir cinayetten mahkûm oldu” dedi. Adliye ve jandarma tarafsızdı. Polis çok taraflı davranmıştır. Polis ‘Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz ’ diyen Başbakan Demirel’in yanındaydı. Aleviyseniz peşinen komünistsiniz, … düşmansınız demekti.
Bazı polisler Alevilere ve solculara karşı çatışıyordu. Polis korumam Ekrem Bağna … cinayetten hüküm giydi. Ekrem Bağna, korumalığımdan ayrıldıktan hemen sonra olaylarda yanlı hareketleri olmuş, Çorum’da Servet Yıldırım isimli bir kişiyi … öldürmekten 36 yıl hapis ceza almıştır. Alevilerin üzerine düşmanca gidilmiştir. Bu acıyı içinde duyanlardan birisiydim. Hafızam beni yanıltmıyorsa 50 küsur kişi ölmüştür. Bazıları işkence yapılarak öldürülmüştür. … Telefonla ihbar alıyorum. Tarlada ölü var diyorlar. Polisi gönderiyorum. ‘Ölüyü bulamadık’ diyorlar. Çünkü ölen, Alevi! Sağcı olsa hemen bulunuyordu.”[5]
Anımsayalım; ne demişti Diyanet: “camiler ibadethane, cemevleri değil!”
Evet dostlarım; zülfü yare dokundum değil mi? Durun! Sinirlenmeyin, küfür de etmeyin; düşünün… Düşünmek ve aklın kılavuzluğuna başvurmak, hepimiz için en sağlıklı olanıdır. Hele de bu günlerde; akla o kadar çok ihtiyacımız var ki…

Murtaza Demir
Odatv.com
Kaynakça

[1] Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, 64. Baskı, s. 240
[2] Alevilerin Sesi Dergisi,84. sayı, Konu: Yükselen Milliyetçilik ve Tahrik Edebiyatı
[3] Maraş katliamı MİT planıydı
[4] İnci Aral, MuhalifGazete.c om. Gündem. 26 Aralık, 2011
[5] Radikal Gazetesi, 5 Temmuz 2011
Cevapla


Konu ile Alakalı Benzer Konular
Konular / Yazar Yorumlar Okunma Son Yorum
Son Yorum Yazar: çerağ
01-19-2016, 12:47 AM
Son Yorum Yazar: çerağ
01-04-2016, 02:06 PM
Son Yorum Yazar: çerağ
01-03-2016, 11:09 PM

Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi