Alevi Forum

Tam Versiyon: Alevilik-Bektaşilik İlişkisi ve Aleviliğin Bektaşilik ile Entegrasyonu
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Akademik camiada “halk İslam’ı” olarak isimlendirilen Bektaşilik, zannedildiği gibi basit bir inanç sistemi olmaktan ziyade, birçok unsurun bir araya geldiği ve süreç içerisinde gerek coğrafi gerekse siyasi birçok etkinin altında kalmasından ötürü çeşitli kültürel kodları bünyesinde barındıran bir inançsal yapıdır. En temelde göçebe halk dini olarak görülen ve veli kültü üzerine kurulu bu inançsal yapı Alevilik ile aynı şey miydi? İki inançsal sistem arasındaki entegrasyon nasıl sağlandı? Osmanlı-Safevi ilişkileri Alevi-Bektaşi inancını ne yöne evirdi?

Anadolu’nun İslamlaşma hadisesi yüzyılları alan bir süreçtir. Bu süreçte göçebe hayatı yaşayan Türkmen aşiretleri kendi aşiret hayatlarına uygun İslam’ın mistik bir yorumu diyebileceğimiz ‘Türkmen dindarlığı’1 yaşıyorlardı. Bilim adamlarının halk İslam’ı diye formülüze ettikleri bu inanç sistemi, yıllarca söylenegeldiği gibi basit ve ilkel bir inanç sistemi değildir. Tabiatla iç içe, bulunduğu coğrafyanın farklı kültür ve inançlarını miras alıp özümseyebilen, pragmatik ve sosyo-iktisadi gerçeklerine uygun dinamik bir inançtır. Doğası gereği dışa açık ve hoşgörüsü yüksek olan göçebe unsurlar farklı etkilere açık olmaları hasebiyle rahatlıkla farklı dini kompartımanlara bölünebilmektedirler. Bu da merkezi İslami anlayışını (Ortodoks İslam) bütün toplumsal kategorilere aynı oranda uygulatmaya çalışan ve bu konuda gerektiğinde dayatmada bulunan merkeziyetçi-bürokratik Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin işine gelmeyecektir. Sonuçta Alevi yazarların Selçuklu ve özellikle ‘Osmanlı emperyalizmi’ dedikleri göç, iskân ve sürgün metotlarına karşı Türkmenleri meydan okumaya sevk etmiştir. Bu meydan okumanın ilk örneği, 1240 tarihinde Anadolu kırsalında patlak veren ve sonuçları günümüze kadar uzanan Babaîler isyanıdır. Bu Türkmen harekâtının önderleri Baba İlyas, Baba İshak ve müritleri ne Bektaşi ne de Kızılbaş (Alevi) değillerdi. Ahmed Yesevi’nin nüfuz bölgesi Horasan menşeli bu Türkmen dervişleri, 16.yy.da tarikat kurumlaşmasını tamamlayacak olan Bektaşiliğin alt yapısını oluşturan Babaî, Kalenderî, Yesevî, Haydarî, Hurufî, Anadolu Ahi ve Abdal zümreleridir. Bunlar İslam öncesi Türk inanç geleneklerine güçlü şekilde eklenmiş ve İslamileştirilmeleri henüz tamamlanmamıştı.

Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan bu Türkmen inancı, İran üzerinde (Horasan tasavvuf mektebinden) İslami unsurlarla süslenmişse de Şamanist dönemlerden kalan tabiat kültü (yer-sub), evliya kültü vb. inançlar etrafında Anadolu’ya has bir şekilde gelişme göstermiştir.

Aşıkpaşazâde 13. ve 14. yy. Anadolu’sundaki göçmen (misafir) nüfusu tasnif ederken Abdalân-ı Rum, Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum ve Bacıyân-ı Rum adlı dört zümreye ayırmıştı. Osmanlı devletinin merkezi-bürokratik hükümeti yükseldikçe bu zümrelerin sosyo-politik sahnedeki önemleri gittikçe zayıfladı ve etkileri sönüp gitti. Fakat bu grupların bakiyeleri muhtelif biçimlere bürünerek merkezileşme sürecine karşı muhalefetin odağı haline geldiler. Bu adem-i merkeziyetçi gelenekler daha sonra Kızılbaş hareketi ve Bektaşi tarikatı tarafından miras alındı.

İlk Bektaşiler
Bektaşi tarikatının kökenini oluşturan Babaîler ve Rum Abdalları gibi popüler sufi zümreler Babaî geleneği içinde yetişmiştir. Bu gelenek veli kültü üzerinden şekillenmiş tasavvuf merkezli bir dindarlık ortaya koyuyordu. Bu nedenle Bektaşiliğin kurumlaşmasına kadar olan bu dönemi ‘İlk Bektaşiler’ başlığı altında ele almayı uygun bulduk. 13. ve 14. yy. Anadolusu halk İslam’ında eski Türk geleneklerinin derin izlerinin görüldüğünü belirten Köprülü, göçebe, konar-göçer ve hatta son dönemde yerleşmiş köylü Türk nüfusunun İslami inanç ve pratiklerinin çoğunun İslam’ın yükselişinden sonra da devam ettiğine işaret etmişti. Selçuklulardan beri Anadolu’da Türkmen şeyh ve dervişleri, baba ve dede olarak adlandırılıyordu ki İslam öncesi Şaman ve Kam denilen din adamlarına çok benziyordu.2
13. ve 14. yy. Anadolusu Türkmen toplumunun manevi hayatına hâkim olan dini figürlerin çoğu, zamanla Bektaşi geleneği tarafından benimsenmiştir. Hacı Bektaş Veli’den (ö.1271) iki yy. sonra 15.yy.da Uzun Firdevsi tarafından kaleme alındığı kabul edilen Vilayetnâmesi, iki yüzyıl boyunca (çeşitli değişim ve eklemelerle gelişen) kolektif hafızanın bir ürünüdür. Vilayetnâme’de anlatılan öykü ve rivayetler popüler sınır kültürü ve dini anlayışı sergilemektedir.3

Bektaşilik bir halk dini, daha doğrusu temelde göçebe halkların dinidir. Veli kültü üzerine kurulu, Ehl-i beyt sevgisinin ve şeriat kurallarının yüzeysel, ancak mehdici karakterin baskın olduğu Türkmen dindarlığı, Anadolu’nun göçebe muhitlerinin hakim din anlayışını ifade ediyordu. Dolayısıyla Türkmen yaşam tarzı ve popüler sufiliğin bir sentezi olarak ortaya çıkan ilk Bektaşilerde, Şiî unsurlar yoktu. Bunlar şehirlerden kopuk, atalarının köklü inançlarını ve Şaman uygulamalarını devam ettiren cahil ve kaba konar-göçer insanlardı.

Anadolu’ya gelen ilk göçebe Oğuz boyu olarak kabul edilen Çepnilerin Bektaşlı oymağının şefi olan Bektaş Veli’nin temsil ettiği Türkmen dindarlığı, henüz tarikat halinde kurumlaşmadan önce, göçebe-aşiret hayatının yapısına uygun bir toplumun inançlarının niteliklerini taşır. Orta Çağ kaynaklarında Türkmen kelimesi yeni Müslüman olmuş göçebe Türk nüfusu için kullanılırdı. Kentli nüfus Türkmenlere iyi gözle bakmıyordu. Onlardan söz ederken ‘Etrak-i bî-idrak’ ve ‘Etrakin dini zayıf’ deniyordu. Başlangıçta Şaman inançlı Türkler Gök Tengri’ye ve tabiat güçlerine tapıyorlardı. Şaman ve kam adlı din öncüleri tabiatın gizemine ve gayba hükmedebildiklerine inanılıyordu. İslam öncesi gelenek ve dogmaları uzun süre koruduklarını bildiğimiz aynı zamanda aşiretlerinin de lideri olan bu Türkmen şeyh ve dervişler, dini olduğu kadar siyasi ve sosyal hayatın başlıca düzenleyicisidirler. Baba İlyas ve müdavimi Hacı Bektaş Veli bunun tipik örnekleridir.
Bektaşiler, Ahmed Yesevi’nin manevi mirasçıları olarak görülmektedir. Baba İlyas ve Hacı Bektaş Veli(HBV)’ye verilen Horasanî lakabı bunu göstermektedir. Dolayısıyla Bektaşilik, Babaîler ve Rum Abdalları içerisinden çıkmıştır. Ama senkretik yapısı gereği değişik inanç ve kültürleri de özümseyerek daima değişmiş ve gelişmiştir. Baba İlyas’ın önde gelen müritlerinden olan ve sonradan Bektaşiliğin piri olacak olan HBV, kardeşi Menteş ile birlikte Babaîler isyanına katılmıştı. İsyanın kanlı bir şekilde bastırılmasından (1240 Malya Savaşı) ve Babaîlerin önderi Baba İlyas öldürüldükten sonra kardeşi Menteş’i de bu savaşta kaybeden Bektaş Veli, Selçuklu takibatından kurtulup Kırşehir’e gelerek Sulucakaraöyük’teki tekkesinde bir süre inzivaya çekilmişti. Siyasi çekişmelerden uzak, mistik faaliyetlerini tekkesinde sürdürmeye devam etmiştir. Babaîliğin bundan sonraki evresi Abdalân-ı Rum adı verilen dini-mistik safhadır. Aşıkpaşazâde Tarihi, Elvan Çelebi’nin Menakıbu’l-Kudsiyesi ve Hacı Bektaş Veli Vilayetnâme’sinin bu yöndeki rivayetlerini doğrulamaktadır.4

Hacı Bektaş Veli’den ziyade en önemli müridi Abdal Musa o zaman daha çok ön plandaydı. Rum Abdalları, HBV’nin dergâhına bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdi. Bunlar hiçbir zaman kendilerine Bektaşi demiyorlardı. Orhan Gazi’nin gazalarına katılmış olan Abdal Musa HBV kültünü Batı Anadolu’da gaziler arasında ve Osmanlı fethiyle Rumeli’de yayılmasında öncülük etmiştir.5

14.yy.da Yeniçeriler arasında HBV kültü yerleşmeye başlayınca Bektaşiler tarikatıyla bu yeni ordu arasındaki bağ kurulmuş oldu. Yeniçeriler Hristiyan çocuklar arasından devşirilmekte ve Müslüman Türk köylerinde yetiştirilmekteydi. Bu asker ocaklarının yeni alınan ülkeleri İslamlaştırmakla görevli bir dervişler tarikatına bağlanışının açıklaması buradadır. HBV’nin şöhreti (kültü), Rumeli’ye göçürülen göçebe Türkmenler ve Yeniçeriler vasıtasıyla Balkanlar’da yerleştikten sonra, bazı çevrelerce ‘Bektaşi Müslümanlığı’ tabirinin kullanılmasına sebep olmuştur. Böylece Bektaşiler yeni alınan ülkelerde Osmanlı propagandasının aracı oldular. Tarikatın Balkanlar’da yayılmasının sebebi budur. Balkanlar’da Hristiyanların İsa’sı, Bektaşilerin Ali’sine katılmaktadır.6

Selçuklu baskısından dolayı Türkmen beyliklerinin hâkimiyet sahası olan uçlarda tekkeler açarak halk arasında kendi öğretilerini yayıyordu. Bunda da en büyük rolü, vaktiyle Abdalân-ı Rum’un en kuvvetli temsilcisi HBV’nin yaşadığı Sulucakaraöyük (Hacıbektaş ilçesindeki) tekkesidir. Bektaşi geleneğinin ikinci önemli azizi olarak kabul edilen Abdal Musa da HBV gibi Alevi cemaatleri tarafından takdis edilir.

Trakya’nın fethinde yararlı hizmetleriyle tarihe geçen Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan) Bektaşi tarikatını Balkanlar’da yayan üçüncü önemli isimdir. Bektaşi Ocaklarının en önemlilerinden olan Seyyid Ali Sultan, Velâyetnamesinde Horasan’dan gelip Hacı Bektaş Veli’yi ziyaret etmiş, onayını aldıktan sonra Rumeli’yi fethe çıkan bir gazi-derviştir. Evrenosoğulları, Turahanoğulları, Malkoçoğlu, Timurtaş Paşa vd. fatih gazi aileleri bu ocakların etrafında gazalarına yön vermişlerdi.

Taptuk Baba’nın tekkesine müdavimi Yunus Emre de, Ahi zaviyesine mensup Şeyh Edebali de uçlarda ilk Osmanlılar ile temas halinde olan aynı Müslümanlık anlayışına mensup Türkmen dervişleridir. Babaî, Yesevî, Rum Abdal’ı, Ahi veya hangi derviş tarikatına mensup olduklarını net olarak tespit etmek mümkün görünmüyorsa da ilk dönem gazi-dervişlere kabaca ‘ilk Bektaşiler’ demek yanlış olmasa gerektir.7

Yunus Emre’nin (ö.1321) adı Vilayetnâme’de geçmesine rağmen, Yunus’un hiçbir şiirinde HBV’den bahsedilmemektedir. 15.yy.da yazan Aşıkpaşazâde de HBV’yi Baba İlyas’ın hareketiyle ilgili olduğunu belirtmesine rağmen tarikat kuracak düzeyde önemli bir şahsiyet olmadığını söyler. 16. veya 17. yy.da yaşadığı düşünülen ‘gerçek Karacaoğlan’ın şiirlerinde ise HBV’den ve Bektaşi neşesinden bahsedilmektedir. Bu süreç, HBV kültü etrafında teşekkül ettirilen Bektaşilik tarikatının 13. ve 14. yy.lardan çok sonra sistemleşip yayıldığını göstermektedir. Bu da Kızılbaş propagandalarının Anadolu’da ölümcül bir tehlike olmaya başladığı 15. ve 16. yy.lara denk gelmektedir.

Bektaşilik denilen olgu, HBV dışında gelişmiş olabilirdi ve HBV başlarda sonradan edindiği kadar şöhret bir isim değildi. Zamanın siyasi ve sosyal konjonktüre bağlı olarak gelişen olaylar, mesela HBV’nin ilk Osmanlılarla sıkı ilişkileri ve Yeniçerilerle kurulan bağ, Şiî-Kızılbaş propagandalar vb. süreçler HBV’yi merkez-kaç çevre ile merkezi güç arasında bir denge durumuna getirmiş olmalıdır. Osmanlılar merkez-kaç güçlere karşı Yeniçeriliği merkezi bir güç olarak ihdas ederken, dini ve sosyal alanda heterodoks cemaatlere karşı en uygun araç olarak HBV ve Bektaşi tekkelerini kullanmıştır.

Vilayetnâme HBV’yi Ahmed Yesevî’ye, onu da On İki İmama ve Hz. Ali’ye bağlamaktadır. Ancak Anadolu’da başından beri Ehl-i beyt sevgisi derindir. Bunu, 15.-16.yy.da kurumlaşan ve inançlarında Ehl-i beyt sevgisini esas alan Kızılbaş-Şiiliği ile karıştırmamak lazımdır. Zira Vilayetnâme’de hiçbir şekilde Şiî unsurların bahsi geçmez.

Bektaşi Tarikatı Dönemi
Halka dayalı bu öğretinin adap ve erkânının yeniden tespit ettirilip Bektaşilik tarikatı halinde Osmanlı hükümetince resmen tanınması, Şah İsmail’in Kızılbaş-Safevi Devletini kurduğu zamana denk gelmektedir. Şah İsmail’in halife ve dai’lerinin propagandaları Anadolu Türkmen muhitlerinde güçlü bir yankı buluyordu. Anadolu’da Osmanlı yönetimine karşı şiddetli isyanlar baş göstermeye başlamıştı. Öyle ki ilk büyük Kızılbaş ayaklanmasının lideri Şahkulu, Bursa surlarına kadar ulaşmış, İstanbul’a göz dikmişti. II. Bayezid döneminde doruk noktasına ulaşan Osmanlı karşıtı ve Safevi yanlısı toplumsal hareketlerin sosyo-politik ve dinsel derinliklerini çağdaş Osmanlı kaynaklarında görmek mümkündür.8
Bu şartlar içerisinde II. Bayezid, 1501 yılında Bektaşi şeyhi Balım Sultan’ı (ö.1516) Rumeli’de Kızıldeli dergâhından alıp Kırşehir’deki Hacı Bektaş Tekkesi postnişinliğine oturttu. Bugünkü şekliyle bilinen Bektaşilik, merkezi bir hiyerarşiye bağlandı ve kurumlaşmaya başladı. II. Bayezid, HBV dergâhının türbesini yaptırmış, bazı Osmanlı sultanları da bu tekkeyi koruyup gözetlemişlerdi. Ancak bu, Bektaşiliğin tamamen Osmanlı dini ve idari siyasetine karşı muhalefet etmediği anlamına gelmemelidir. Balkanlar’daki Alevileri, Şeyh Bedreddin örneğinde olduğu gibi, Türkmen nüfusunun etkili olduğu yerlerde fırsatını buldukları zaman isyana kalkışmaktan çekinmediler. Yeniçeri isyanlarının arkasında da hep Bektaşi Ocakları vardı. Bu yüzden 1826 yılında Vaka-i Hayriye ile Yeniçeriler imha edildiğinde Bektaşi dergâhları da kapatılmıştı.

Kurumlaşma dönemi diyebileceğimiz Balım Sultan zamanında Bektaşilik, Hurufi ve Kızılbaş-Şiî tesirlerden etkilenmiştir. Hak-Muhammed-Ali yolu olarak tescil edilen öğreti ve On İki İmam kültü, Kerbela kültü, Tevella-teberra gibi öteki Kızılbaş-Şiî unsurlar da Bektaşiliğin esasları arasına girdi. Ancak bu unsurlar hulul, tenasüh, Mesih telakkisi gibi İslam öncesi uzantısı olan inançlarla birlikte girmiştir. Bununla birlikte tarikatın adap ve erkânı, dede-baba ve bunları temsil eden halifeler kısaca Bektaşi teşkilatı, bazı yeniliklerle birlikte bu dönemde kurumlaşmıştır. Balım Sultan’dan itibaren Hristiyan ruhban sınıflarına benzer mücerretlik (bekârlık) geleneği başlatıldıysa da bu, HBV’nin soyundan geldiğini öne süren Çelebiler (bel evladı) ile bunu reddeden ‘yol evladı’ babalar (yani mücerretler) olarak ikili bir bölünme başlattı.

Bektaşilerin başlıca vasfı, yerli inanışları (kült) kolaylıkla benimsemesi, çevre ile uyum içinde olması, kısaca onun bir senkretizm, bir inançlar karışımı olmasıdır. Bektaşiler, bazı Hristiyan dini bayram ve öğelerini kendine mal etmiştir. Nitekim en tanınmışları Saint Georges gibi bazı Hristiyan azizler, Hızır kültü ile bütünleşerek Hıdrellez (Hızır İlyas Bayramı) kutlamaları adı altında Bektaşilerce kendilerine mal edilmişlerdir. Hasluck bunu ortak ziyaretler başlığı altında birçok örnekle ele almıştır.9

Bununla birlikte Birge, Hasluck, Jakob. vb. yabancı araştırmacılar Bektaşilik’te önemli oranda Hristiyan unsurların varlığından söz ederler. Bektaşilerin Hak-Muhammed-Ali yolunu teslis, On iki İmam inancını İsa’nın On iki havarisi, dolu (bade) içmeyi, şarap-ekmek ritüeli, çerağ uyandırmayı mum yakma, Alevi köylerinde halen yaşayan yumurta geleneğini Paskalya, Düşkünlük kurumunu Aforoz vd. Cem ayinlerinde bazı ritüellerin, özellikle Balkanlarda, Hristiyan etkilerden kaynaklandığı öne sürülür.

Kızılbaşlığın Kurumlaşması
Bektaşilik gibi Kızılbaş inancının köklerinin Orta Asya ve İslam öncesi Türk inançlarına kadar geriye gittiği genel kabul görmüştür. Ancak Kızılbaş sufiliği, her şeyden önce merkezi Erdebil olan Şeyh Safiyüddin’in piri bulunduğu tarikattan neşet etmiştir. Başlangıçta Sünniliği konusunda ekseriyetin aynı fikirde olduğu Safevî tarikatı, Azerbaycan, Orta Asya, İran, Suriye ve Anadolu’da elit ve halk kitleleri arasında muazzam bir takipçi kitlesine sahipti. Tarikatın ana kaynağı Safvetu’s-Safa’ya göre de Şeyh Safi, Sünni’dir ve Pir-i Türk olarak anılır. Bu tarikatın Osmanlı başkentinde Emir Sultan, Somuncu Baba, Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli vd. önemli temsilcileri vardı. Şeyh Safiyüddün (ö.1344), -o dönemde tasavvuf alanında mezhepten ne kadar bahsedilebilirse- Sünni dünya içinde yüksek prestijli bir imaja sahipti. Erdebil sufileri gittikleri her yerde üst düzey karşılanıyor, Erdebil Ocağı’na Osmanlı sarayı dâhil hükümet merkezlerinden nezir ve sadaka adı altında yardımlar yağıyordu.

Ancak tarikat 15.yy. boyunca köklü bir değişim geçirdi. Kızılbaş davası, Erdebil’de 14. yy.da ortaya çıkan bu tarikatı önce devrimci-mehdici bir harekete, ardından İran’da iki buçuk asır hükmedecek Şiî-Kızılbaş bir devlete dönüştürdü. Kızılbaş kimliğinin toplumsal bir varlık ve bir inanç sistemi olarak kuruluşu esas olarak, 15. ve 16. yy.ın bir mirasıdır.10
15.yy. ortalarında giderek artan Osmanlı merkeziyetçiliği ve göçebeleri dışlayan yeni nizamı karşısında Anadolu’nun Türkmen konar-göçerleri çareyi tam da o dönemde dönüşüm sürecine girmiş olan Safevî tarikatına sığınmakta bulmuşlardı. Rumeli’de HBV kültü etrafında yükselen pasif protestoya karşı 14. yy.ın sonunda Safevî liderliğinde birleşen muhalefet aktif bir şekilde gelişiyor, Alevi yazarların ifadesiyle Türkmenler, Osmanlı emperyalizmine meydan okuyordu.

Alevilik (Kızılbaşlık) yerleşik düzeni reddedişi ile belirlenen dini bir olgu olduğu için başa geçen her yönetimin hışmına uğramıştır. Aynı zamanda cahil insanların kendi cemaatlerine ve inançlarına yabancı her unsura yönelttikleri iftira ve suçlamalar, Aleviler üzerinde toplumsal baskıyı da beraberinde getirmiştir.

Türkleştirilmiş (evcilleştirilmiş) Türkmenlerle Osmanlı nizamını kabul etmemiş göçebe Türkmenler arasındaki makas gittikçe açılıyordu. Kızılbaş etkilerle de bu ayrılık siyasallaşıyordu. Melikoff’a göre Türkmen kelimesi, bir dönem Alevileri çağrıştırıyordu. Türkmenler Osmanlı’ya karşı önce Karamanoğullarının, sonra da Safevîlerin etrafında örgütlendiler. Karamanoğlu Tarihi müellifi Şikarî, Osman Bey’i soylu olmayan bir Yörük olarak nitelerken, Osmanlı’nın ocak erlerini (Erdebil sufileri) üzdüğünü yazar.11
Kızılbaş tesirlerle dini bir nitelik kazanan Anadolu muhalefeti Osmanlı’nın emperyal gücüne karşı gerektiğinde silaha sarılmaktan çekinmedi. Türkmen inançlarında öteden beri mesiyanik (Mehdi bekleme) bir inanç vardı zaten. Osmanlı dayatmasından kendilerini kurtaracak bir kurtarıcıya ihtiyaç duydular. Bu söylemi Dadaloğlu’ndan Köroğlu’na Pir Sultan Abdal’dan takipçilerine, Anadolu’nun birçok âşık ve ozanının şiirlerinde görmek mümkündür. Bu kurtarıcı son tahlilde Şah İsmail (Şah) olacaktır.

Töre temelli aşiret konfederasyonlarından şeriat temelli bürokratik imparatorluk düzenine geçilirken eski ve yeni düzenin aktörleri arasında sosyal çatışmadan daha öte amansız bir mücadele yaşanmıştır. Kızılbaş-Alevi kaynaklarının Muhammed-Ali yolu olarak ifade ettiği bu yorum esas itibarıyla Orta Çağ Anadolu’sunda zaten var olan Ali merkezli tasavvufi Müslümanlık pratiğinin devrimci-mehdici bir karaktere bürünmesi demekti.

Dolayısıyla Kızılbaş davası 15.yy.ın ikinci yarısından itibaren Anadolu Türkmenleri arasında mayalanmıştı. Yükselmekte olan merkezi-bürokratik Osmanlı politikalarının Türkmenler üzerindeki olumsuz uygulamaları padişahlara karşı şiddetli bir tepki doğururken, Şaha karşı da aşırı bir sevgide kendini buluyordu. Dolayısıyla Alevi-Kızılbaşlık adı verilen bu yeni Türkmen inancı, bir yerde Osmanlı ve Safevî imparatorlukları arasındaki mücadelenin ideolojik unsurlarla süslenmiş bir sonucudur. Başka bir ifadeyle gittikçe güçlenen Osmanlı bürokratik-emperyal rejimi ile konar-göçer Türkmen dünyası arasında ihtilafın siyasallaşmasıdır. Bir tarafta politik örgütlenmesini bürokratik devlet modeline göre gerçekleştiren yerleşik ve kent merkezli yaşam tarzı, karşısında ise politik örgütlenmesini kabile modeline göre gerçekleştiren göçebe ve konar-göçer, kır eksenli yaşam tarzıdır. Daha temel bir izahla Kızılbaş kimliği ya da Osmanlı algısı içindeki Kızılbaş sapkınlığı, yerleşik değerlerle göçebe unsurlar arasında öteden beri var olan bu iki yaşam tarzı arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla birincisinde kitabi ve medrese çevresinde gelişen Sünni kalıplarla çerçevelenmiş bir İslam anlayışı; bunun karşısında ise sözlü geleneklere dayalı mistik ve görece hoşgörülü bir halk Müslümanlığı hâkimdir.

15. ve 16. yy.larda Türkmen boyları, ilk Safeviler olan ve kırmızı başlıklar giyerek gaza faaliyetine başlayan Şeyh Cüneyd (ö.1460), oğlu Şeyh Haydar (ö.1488) ve nihayet Şah İsmail’e (ö.1524) mürit olmuşlardı. Bunun için onlara Kızılbaş deniyordu. Bu zümrelerin hoşnutsuzluğunun temelinde Osmanlı merkezi idaresinin onları büyük oranda göçebeliğe dayanan geleneksel yaşam tarzlarını bırakmaya zorlaması yatıyordu. Türkmenlerin İslam anlayışları ve kültürleri, yükselen Osmanlı eliti nezdinde kaba saba bulunup horlanıyordu. Sonuç olarak Türkmenler kurdukları devletin idarecileri tarafından dışlanıyor, kuruluş dönemlerinde olduğu gibi Osmanlı sultanlarında kendi lider prototiplerini göremiyorlardı.
Türkmen dindarlığı, Safevi tarikatının öğretilerine ve toplumsal yapısına sızıyordu. Türkmen inancında sözlü kültürden dolayı mübalağa, coşkunluk ve sembolizm esastır; velayet ile ulûhiyet arasındaki çizgi yer yer belirsizleşiyordu. Safevî tarikatının müritleri olan Erdebil sufileri, Şeyh Cüneyd ve oğlu Haydar zamanında değişim ve dönüşüm geçirdi ve Sünnilik’ten ayrıldı. Türkmen dindarlığı her iki Erdebil şeyhi marifetiyle Safevi Sufiliği ile kaynaşıyordu. Kızılbaş sufileri, kendilerini, Muhammed-Ali yolu olarak adlandırmaktaydı. Erdebil sufilerinden ilk defa siyasi faaliyetlere başlayan ve Anadolu Türkmenlerini Şiî-Bâtınî öğretisini etrafında örgütleyen Şeyh Cüneyd olmuştur. Şeyh Cüneyd, Safevi sufi tarikatını Safevî hareketine dönüştürdü. Durumu müsait gördüğünde Anadolu ve Kuzey Suriye Türkmenleri arasında yaptığı yoğun propagandalarla tarikatın Bâtıni doktrini Gulat-Şia’ya doğru kayıyordu. Bu itikadî dönüşüme, siyasi hırslar eşlik etmiştir. Şeyh Haydar zamanda ise tarikatın mürit profili köklü bir değişim geçirerek, pasif sufilikten, gazi sufiliğe dönüşmüş, Sufiyân-ı Rum ilk defa Kızılbaş olarak nitelenmeye başlamıştı. Üstelik Akkoyunlu Türkmen padişahı Uzun Hasan’ın, sırasıyla, kız kardeşi ve kızıyla evlenen Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar böylelikle Oğuzların asil boylarından olan Bayındırlarla akrabalık tesis etmişlerdi. Şeyh Haydar 1488 yılında Akkoyunlu ordusuyla yaptığı bir savaşta öldüğünde, henüz bir yaşında olan oğlu Şah İsmail, Orta Çağ’ın iki meşruiyet kaynağı olan din ve soy açısından tartışılmaz bir prestije zaten sahipti. Kızılbaş davasına adanmış fanatik ve örgütlü bir mürit ordusunun içinde doğmuştu. Haydar’ın müritlerinin fanatizm ve kahramanlıkları ile Şah İsmail’in etrafında Orta Çağ tarihinin en büyük mistik hareketi toplanmıştı.

Şah İsmail, Kızılbaş sufiliğinde On İki İmam Şiîliğine kesin bir dönüş yaparak Safevi hareketinden Kızılbaş-Şiî Safevi Devleti’ni kurdu (1502). Artık velayetle saltanat birleşmişti. İsmail, Kızılbaşlığın adap ve erkânını yeniden tesis ederken Şiî unsurları kullandı. On İki İmam Şiîliği devletin resmi mezhebi oldu. Ancak henüz Kızılbaş sufiliği rengini sürdürüyordu. Onun döneminin tasavvuf anlayışında vahdet-i vücut hâkim olduğundan Şah, artık Ali’dir. Şah İsmail’in coşkun ve sembolizmin yoğunlaştığı nefeslerinde bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Şah İsmail zamanında Safevîlik, Gulat Şia’ya dönüşür.

Anadolu’da Osmanlı, Akkoyun ve Karakoyunlu Türkmen artıklarıyla birlikte Azerbaycan ve Kuzey Suriye Türkmenlerinden güçlü bir Kızılbaş (Alevi) ordu kuran Şah İsmail, dedesi Şeyh Cüneyd’ten beri süre gelen kısmen gizli propaganda ve faaliyetlerini hayata geçirmeyi başarmış güçlü mistik ve karizmatik bir şahsiyetti. Şah İsmail bizzat coşkun şiir ve mistik nefesleriyle Türkmenleri inancı etrafında motive ederken, Alevi-Kızılbaşlığın adap ve erkânı, doktrin ve ritüelleri, ibadet pratikleri onun zamanında tespit edilmiştir. Bu konulardaki buyruklardan ilki sayılan İmam Cafer buyruğu Şah İsmail zamanında yazılmıştır. Alevilik’te Cem ayinini ilk kez Şah İsmail’in sistemleştirdiği öne sürülür. Cem ayini ile Şamanların merasimleri arasında benzer noktalar çoktur. Çaldıran Savaşı’na kadar hiç mağlup olmayarak çok genç yaşta savaş meydanlarında elde ettiği zaferlerle Türkmen kitleleri üzerinde tartışmasız bir mevki kazanmıştı. Öyle ki Şah İsmail’in Türkmenler üzerinde elde ettiği itibar ve mevkie ne Şeyh Safiyüddin, ne Hacı Bektaş Veli ve ne de Yavuz Selim çıkabilmişti.

Şah İsmail Şiîliği, On iki İmamlı bir Şiîlik gibi görünse de inançları aşırı Şiîliğin inançları olan ve temeli bu yeni müritlerinin ata dinlerine tamamen uygun düşen bir Şiîliği yaymaya koyuldu. Kızılbaş din, Safevî propaganda ile tanımlanabilen biçimini alacak Şiî bir İslami cilaya bürünecektir. Söz konusu olan Şiî bir İslamlık değil, daha çok Safevî propaganda ile Şiîleştirilmiş ve sufileştirilmiş Türkmen din anlayışı idi.

Böylece Ehl-i beyt sevgisini esas alan Orta Çağ Anadolusu’nun tasavvufi halk dindarlığı bir kurtuluş davasına dönüştü. Bu dava konar-göçer Türkmenleri Şahları önünde çıplak göğüsleriyle, zırhsız savaş meydanına atan, Şah yolunda ölmeyi en büyük şeref sayan bir inanca yaslanıyordu. Anadolu Türkmenleri, Şahın hurucunu bekliyordu. Erzincan’a geldiğinde Türkmen obaları arasında coşkun dalgalanmalara sebep olmuş, öyle ki Dulkadir Türkmenleri’nden bir genç, düğününde gelini bırakarak Şah İsmail’e gidecek kadar bir aşk taşıyordu. Şahın çok geçmeden Osmanlı saltanatını yıkıp adaleti kuracağına inanan Türkmenler, harekete geçmek için bir işaret bekliyorlardı.

Özetle, Kızılbaş-Aleviliği 15.yy.ın ortalarından itibaren Osmanlı düzeninde dışlanmaya başlayan Türkmenlerin ve onlara katılan az sayıda Kürt aşiretlerinin Osmanlı rejimiyle özdeşleşerek daralan ve katılaşan Sünni pratiğe karşı alternatif bir dindarlık modeli olarak Hz. Ali ve Ehl-i beyt merkezli mistik bir İslam yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’da etkili olan mehdici inançların etkisi de önemlidir. Kızılbaş sufiliğinin ortaya çıkışında Osmanlı-Safevî siyasi rekabeti, dini, kültürel ve toplumsal boyutlarıyla ideolojik bir seyir takip etmiştir.

Şah’ın sadakat ordusu niteliğindeki Türkmenler (sufi gaziler) Şeyh Haydar’dan beri On iki İmam’ı temsilen On İki dilimli kızıl başlık (börk) giyiyorlardı. Osmanlı yöneticileri, rakipleri Şah’ın Kızılbaş ordusunun giydiği kırmızı başlıktan ayırt etmek için, bilinçli olarak, kendi kurduğu yeni ordusu Yeniçerilere ve Yörüklere, beyaz bir başlık (ak-börk) giydirmiştir.12 Vilayetnâme’ye göre Yeniçerilerin başlıkları, HBV’nin önerisidir. Anadolu’da Kızılbaşlık bir dönem üst kimlikti ve asalet kaynağıydı. Bunun sembolü de Türkmenlerin alamet-i farikası olan kırmızı başlık idi. Bunlar bir misyonla diğer Türkmenlerden ayrılmış oluyordu.

Bu arada Anadolu’da Türkmenler Kızılırmak sınır olmak üzere zımni bir bölünmeye uğramıştı. Doğu’da Şah İsmail’in Kızılbaş-Şiî propagandalarının etkisindeki Türkmenler ile batısında Osmanlı’nın merkeziyetçi-bürokratik düzenine uyumlu Türkmenler yaşıyordu. Halil İnalcık ve Faruk Sümer gibi tarihçilere göre, Osmanlı uyruğu olan konar-göçer Türkmenler Yörük, Şah’ın etkisindeki, militan-mehdici göçebe unsurlar ise Türkmen adıyla anılmaya başlarlar.

“Açın kapıları Şaha gidelim” diyerek Osmanlı zulmünden kaçma bahanesiyle kendilerine vaat edilen “cennet”e, (İran’a) göçen göçebe Türkmen zümreleri, yüzyıllardır devam eden bir sürecin aksi istikametinde oba oba tersine bir göç başlatmışlardı. Osmanlı yönetimi ise yükselen tehlikenin farkındaydı ve Şah’a giden obaların önünü almak için tüm yolları deniyordu. Osmanlı Devleti’nin Kızılbaş propagandalarına karşı aldığı nihai tedbir, tarihte Kızılbaş Seferi diye geçen İran seferi ve Çaldıran Savaşı’dır (1514). Kızılbaş Türkmenler, Çaldıran hezimetinden sonra gözden düştüler ve önemli bir kısmı geri dönmeye başladılar. Çaldıran’dan sonra Osmanlı topraklarında siyasi ve askeri potansiyelini tamamen kaybeden Kızılbaş kimliği, Alevi doktrin ve Ocak örgütlenmesi üzerine oturan bir köy dindarlığı olarak yeni bir forma büründü. Köprülü, bu dönem Alevileri’ni ‘Köy Bektaşileri’ olarak ifade etmişti.

Yavuz Sultan Selim’den itibaren Doğu Anadolu sınırları Şiî etkiden büyük oranda temizlenmiş ve Şiî-İran’la yapılan savaşlar Anadolu sınırları dışında uzun süre devam etmiştir. Ancak Anadolu’da Kızılbaş-Alevi destekli Şahkulu, Şah Kalender, Celali vb. isyanlar bu sufi ve militan inancın tahrikleriyle çıkmıştır. Tüm bu siyasi ve sosyal çalkantılardan sonra Anadolu ve özellikle Balkanlar’da Hacı Bektaş Veli, Şah İsmail’in mirasını da kendisiyle bağdaştırarak tüm zamanların en büyük velisi olacaktır. Kabaca Türk halk Müslümanlığı Hacı Bektaş Veli’den sorulacaktır.

Ancak Şah İsmail’in Türkmenler arasındaki dini ve mistik nüfuzu hiçbir zaman sönmemiştir. Öyle ki onun nefes ve deyişleri okunmadan ne bir Cem yapılabilir ne de Kızılbaş Aleviliğinden bahsedilir. Anadolu ve Balkanlar’da tüm Cemler Şah İsmail’in nefes ve düvazdeleri ile başlar. Halen Şah Hatayî mahlasıyla yazdığı şiir ve coşkun nefesleri Alevi-Bektaşi Cemleri’nde okunmaya devam etmektedir. Cemler’de Hacı Bektaş Veli’nin sadece adı anılır, okunan bir nefesi yoktur, ancak Şah Hatayî’ye ait şiir ve nefesler çoktur. Cem’dekiler coşkunlukla Şah! Şah! (Allah! Allah!) diye Şah-ı Merdan Ali’yi zikrederler.
Kızılbaş doktrinin kurumlaşmasıyla birlikte, İran’da Kızılbaş Türkmenler sistemin dışına itilmeye başlar. Osmanlı’da olduğu gibi İran’da da devleti göçebe Türkmen aşiretler kurmuş, ama yerleşik kentliler yönetmiştir. Bürokratik yapı geliştikçe devletin kurucuları olan Kızılbaşlar merkezden dışlandı. Bu kaçınılmaz bir sonuçtu.

Safevîler’de ordu, Türkmen aşiretlerinden, bürokrasi ve dini sınıf ise Farslılar’dan oluşmaya başladı. Şah İsmail’in ölümünden sonraki Şahlar döneminde İran’da Kızılbaş Sufiliği yerini, yavaş yavaş yeni devletin hukuk düzeni olarak Ortodoks On İki İmam Şiîliği’ne bırakacaktır. Ne İran’da ne Anadolu’da Türkmen Kızılbaşlar ve Sünniler yağ ve su gibi hiçbir zaman serbestçe karışmamıştı. Nihayet 17.yy.a gelindiğinde Kızılbaş sufiliği (iki yüzyıl önce Osmanlılarda olduğu gibi) bu defa Şiî-Safevî ulema (Şia fıkhı) tarafından sapkın ilan edilmişti.

Bu süreç, farklı ve çatışma halinde iki zümre ortaya çıkarmıştı. ‘Kalem adamı’ olan yüksek kültürlü İranlı bürokratlar veya Tacikler için Kızılbaşlar, cahil ve savaştan başka bir şey bilmeyen, yaşam tarzları kaba saba, basit insanlardı. Safevî kaynaklar, Osmanlı kroniklerinde (ekserisi Kızılbaşları konu alan risaleler) olduğu gibi Anadolu’dan gelen Türkmenlerle ilgili aşağılayıcı kayıtlarla doludur.13

Alevi-Bektaşi Ayırımı ve Aralarındaki Farklar
14.yy. ve sonrasında iki farklı akım ortaya çıktı. Bir yandan Batı Anadolu’da tedrici olarak yerleşik hayat ve kent merkezlerine uyum sağlayan bir Türkmen grubu, öte yandan göçebe veya konar-göçer hayat tarzına öncülük etmiş, Orta ve Doğu Anadolu kırsalında kalmış olanları görürüz. İlk grup tekkelerde bir araya gelmiş ve Bektaşi tarikatı şemsiyesi altında birleşmişken ikinci grubu İran tesirinde kalmış Kızılbaşlar oluşturur. Fuat Köprülü, daha sonra Alevi olarak anılacak ikincisini Köy Bektaşileri olarak adlandırdı. Bunun nedeni bunların inanç ve pratiklerinin Bektaşilere göre daha ilkel ve kaba oluşlarıdır. Belli bir adap ve hiyerarşisi yoktur. Bu iki grubun tarihsel gelişimine bakıldığında Bektaşiler Balkanlar’dan ve dolayısıyla Hristiyanlar’dan daha çok etkilenirken, Aleviler ise yaşadıkları coğrafya gereği kültürel etkileşim içerisinde bulundukları Ortadoğu’da İsmailî öğretilerden, Kürtler’den, Zazalar’dan, Ermeniler’den, Yezidiler’den vd. farklı etnik ve inanç çevrelerinden etkilendikleri görülür.14 Alevilik, nispeten daha heterojen bir yapı sergiler.

Kızılbaşlar (Alevilik), Osmanlı topraklarında en yaygın halk tarikatı haline gelen Bektaşilikle sıkı ilişkiler içerisindeydiler. Bunlar birbirinden ayrılamazdı; çünkü her iki zümre de ortak sosyal tabandan gelmekte ve halk İslamlığı olgusuna dayanmaktadır. Bunlar daha kurumlaşmadan önce, Gök Tanrı inancı, veli kültü, tabiat kültü gibi İslam öncesi inançlar ile Ehl-i beyt sevgisi gibi İslam cilasıyla renklendirilmiş Türkmen dindarlığına dayanan ortak inançlar taşıyorlardı. Her iki zümre de Babaîler isyanını doğuran siyasi ve sosyo-iktisadi şartların oluşturduğu ortak bir çevreden gelir. 15.yy.a gelindiğinde Anadolu’nun siyasi tarihiyle birlikte gelişen dini ve toplumsal olaylar, batısında HBV, doğusunda ise Şah İsmail gibi iki önemli aktörü ön plana çıkardı. Her iki aktörün temsilcilerinin kullandıkları inanç doneleri (kısmen Sünni-kısmen Şiî) ve enstrümanları (yerleşik düzen-göçebe gelenek) farklı olsa da ve bazen farklı cephelerde karşı karşıya gelseler de her iki zümreyi bir araya getiren ortak değerler ve hedefler vardı. Gelişen siyasi olaylar muvacehesinde Osmanlı’yı arkasına alan HBV cephesi, zaman içerisinde Şah İsmail’in güçlü karizmasını ve mistik gücünü pasifize ederek özümsemiş ve son tahlilde Şah’ın yerini HBV almıştır. Eski Gök Tengri inancının yerini de İslam’la cilalanmış Ali kültü aldı.

Artık her iki topluluk da HBV’ye inanıyorlardı. Dogma ve inançları da örtüşüyordu. Aralarındaki temel fark sosyal ayırımdır; Alevilerle Bektaşiler arasında öz farkı değil şekil farkı vardır. Her iki zümre temelde sözlü edebiyata dayanır. Ancak bu, coşkun, mistik yönü zengin bir halk edebiyatıdır. Şah Hatayî’den Pir Sultan Abdal’a HBV’den Abdal Musa’ya nefes ve şiirleri önceleri ağızdan ağza yayıldığı için bunların tespitlerini (edisyon krtiği) yapmak çok güçtür. Öyle ki Anadolu’da onlarca Şah Hatayî’den, Pir Sultan Abdal’dan, Karacaoğlan’dan Yunus Emre’den bahsetmek mümkündür. Hepsinin ortak dili Türkçe’dir. Dolayısıyla Bektaşîlik bir Türklük olgusudur. Anadolu ve Balkanlar’da tüm Kürt Aleviler de merasimlerini Türkçe yaparlar, nefesler Türkçe okunur. Bu anlamda Alevi-Bektaşiler ‘gerçek Türk Müslüman bizleriz’ derken Türkiye’deki ‘Arap ve Emevi Müslümanlığına’ göndermede bulunurlar.

Bektaşiliğin, Alevilerce temsil edilen halka dayalı biçimlenişi için de olduğu gibi, halka dayalı bu Türkçe öğretinin yanında halktan ayrı düşmüş okuyup yazan kentli bir kolu da vardır. Kızılbaşlar kırsal bir çevrede halk temelli özü korurken, Bektaşiler kentlere yığılarak kurumlaşmış bir tarikat oldular. Bu sosyal farklılık giderek biri okumuş diğeri hemen hemen köylü kalacak olan iki zümrenin ayrılışına yol açtı. ‘Her Kızılbaş Bektaşî’dir; ama her Bektaşi Kızılbaş değildir’ ortak görüşü buradan kaynaklanmaktadır.15 Böylece Bektaşilik deyimi Alevilik adından daha çok kullanılır olmuştur. Aleviliğe, köy Bektaşiliği denilmesinde, haddizatında Bektaşiliği daha formal ve rasyonel göstermekle birlikte, Alevileri Bektaşilere bağlama amacı güdülmektedir.

Bektaşilik, merkezine insanı alarak hümanist felsefesi ile çevresine uyum sağlamış, Yunus Emre’nin HBV ile karışan şiirlerinde ‘yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü’ sözünde anlamını bulan bir ‘sevgi dini’ vaaz ediyordu. Dini, mezhebi, etnisitesi ne olursa olsun ayırım yapmadan ‘tüm insanlar birdir, insan Tanrı’nın özünden yaratılmıştır’ vs. felsefi-mistik bir vahdet neşesi etrafında gelişmiş bir tarikat ortaya çıkarılmıştır. Bu evrimde Bektaşi dervişlerinin İslam’ı henüz yeterince benimsememiş halk kitlelerine eğitici bir rol oynamasının rolü olmalıdır. Ö.L.Barkan’ın meşhur eseri “Kolonizatör Türk Dervişleri”nde anlatıldığı gibi, Balkanlarda devlet destekli Bektaşi tekkeleri, bir ağ gibi yayılırken, müdavimleri arasında Hristiyan unsurlar da vardı. Bektaşi tarikatına üye olmak için soy ve Müslümanlık şartı aranmazdı. Kadın ve erkeklerin bir arada toplandığı tekkelerde organize edilen sazlı-sözlü-semahlı ayinler, her sınıftan insanların ilgisini çekiyordu.

Alevilik ise temelde halk inanışına dayanmasına ve İslam’ın tasavvufi bir yorumu olarak benimsenmesine rağmen eskiden beri siyasallaşmış ve siyasi bir yan anlam kazanmış görünüyor. Bektaşi felsefesinden ayrı olarak aşırı siyasallaşmış ve marjinalleşen günümüz Aleviliği, çeşitli gruplara ayrılmış dağınık bir görünüm arz etmektedir. Geçmişteki acıları sürekli gündemde tutup mevcut düzeni sorgulamayı inançlarının merkezine almışlardır. Üstelik Avrupa’da yaşayan birçok Alevi cemaati arasında Ali’siz Alevilik gibi Alevi-Bektaşi felsefesiyle taban tabana zıt farklı bir Alevilik dininden söz edilmektedir. Alevi Dede’lerinin karşı çıkmasına rağmen yeni kuşak Aleviler, değişen sosyo-ekonomik ve siyasi değişimlere paralel olarak, Anadolu’da geçim sıkıntısı çeken akrabalarını etkilemektedirler.

Kentlerde bulunan Bektaşi tekkelerine okumuş insanlar gelmektedir. Alevilerde ise yalnızca halkla temasa geçilmektedir. Bektaşiler, okumuş kentli zümrelerden aydın, liberal düşünceli, merkezi hiyerarşik bir tarikat olurken Aleviliğin dağınıklığı ve taşrada kalmaları, üstelik İttihat-Terakki’den beri Bektaşilerin hükümetle yakınlığı Alevilerle arasındaki ayrılığı büyütmüştür. 1826’ya kadar hiçbir zaman meşruiyet sorunu yaşamadılar. 1826 yılında Yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğin de kaldırılması Bektaşiliği yer altına itmiş, bu da Alevilikle arasındaki mesafeyi derinleştirmiştir. Zaman geçtikçe şehir Bektaşileri ile halk kitlelerinin Alevileri arasında adap-erkan ve tasavvufa bakış açıları arasındaki pürüzler Alevi Dede ve Bektaşi Dede-Babaların bir araya gelerek giderilmeye çalıştığı gözlense de iki marjinal zümrenin Sünni düzen karşında ortak bir duruş sergiledikleri söylenemez.

Aleviler tarihte, Safevî taraftarlığı anlamında daha çok Kızılbaş adı ile anıldılar. Ancak buna rafizi, zındık, mülhit, asi anlamlar da yüklenmişti. İttihat ve Terakki döneminden itibaren, aşırı horlayıcı bir anlam yüklenen Kızılbaş deyimi yerine Alevi adı kullanılmaya başlanmıştır. Kendilerini de bu adla andılar. Maraş gibi bazı bölgelerde Kürt Alevilerden dolayı, Kürtlerin çoğu Sünni olmasına rağmen, Alevi olarak anılır.

Bir yardımlaşma ve dayanışma müessesi olan ‘musahiplik’ yani ‘ahret kardeşliği’ Alevilikte çok önemli olmasına rağmen Bektaşilikte mücerretlik esas olduğu ve soya dayanmadığı için musahiplik yerleşmemiştir. Normalde Alevilerde musahipsiz Ceme girilmez. Ancak değişen sosyo-ekonomik şartlar ile bu müessese, Dede’lerin Cem yapabilmesi ve geleneği sürdürmesi için sembolik bir formaliteden öteye gitmez. Yine de Alevilik, Ocak sistemine dönüştürülen aşiret yapılanması ile Bektaşiliğe göre daha kapalı bir toplum kimliği benimsedi. Bektaşilik ise, mahalli inançlardan özümsenen unsurlar dışında Ahilikteki bazı ustalığa geçiş merasimleri, Hurufilikteki harflerin sembolik değerleri, Bektaşi ikonografisi denilen bir sanat dalını doğurması gibi açık ve senkretik bir yapı sergiler. Bu etkiler Bektaşi mozaiğini zenginleştirmiştir. Aleviler ise politize olmaktan öte gidemediler.
16.yy.da Kızılbaşlık akımı Bektaşiliğe sızan son öğe oldu. Merasimler Kızılbaş usullerden derinden etkilendi. Anadolu’daki heterodoks zümrelere hayat alanı oluşturan ve kurumlaşmış bir tarikat olan Bektaşiliğin yapısına giren Alevi öğeler, Safevî propagandaları sayesinde belirginleşen unsurlarla İslamlık içinde yer bulacaktır. Kızılbaş aracılığıyla Şiî unsurlar da Bektaşiliğe sızdı ve mozaikleşen öğretisi ve merasimleriyle Bektaşilik tamamen marjinalleşti.

On İki İmam saygısı (esaslı bir On İki İmam Şiîliği söz konusu olmamasına rağmen), Ehl-i beyt sevgisi, Kerbela kültü, Hızır kültü, tevella ve teberra, Cemlerde Yezid ve Şimr’e lanet, Muharrem matemi, Hüseyin ve Kerbela şehitlerine ağıtlar (Hüseyniler) vs. hep Safevîlerden kalma sembolik değerlerdir. Kızılbaş-Alevilerin son tahlilde kendilerini Caferiye mezhebinden göstermeleri bu düşünceden kaynaklanmaktaysa da Alevi-Bektaşilerin gerek İran ve gerek Türkiye Ortodoksisinden etkilenerek (ya da çekinerek) kendilerini Caferî olarak andıkları anlaşılmaktadır.

Başlıca Alevi-Bektaşi ibadeti olan Cem ayininde Kızılbaş etki tamamen hâkim oldu. Kent merkezlerinde Bektaşi tekkelerinde her Cuma gecesi Cem yapılırdı. Alevilerde ise Dede geldiği zaman bazen yılda bir kez Cem yapılabilirdi. Her Dede, en azından (genelde işlerin bittiği Kış aylarında) yılda bir kez taliplerini ve kendisine bağlı köyleri gezmek durumundadır. Bu Cemler, töre hukuku gereği, problemlerin çözümü için de yapıldığından, bazen çok uzun sürebilirdi.

Alevi-Bektaşi Entegrasyonu
Babaîler isyanının kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra HBV, mesiyanik ve ihtilalci yapısını gizleyip mistik yönüyle ön plana çıkarak Abdalân-ı Rum çatısı altında toplanan müritleriyle faaliyetlerini sürdürmüştür. Kızılbaşlığın Anadolu’da zuhurundan sonra 16.yy.da başlayan Osmanlı-İran savaşları sürgit devam ediyor ve bunu Anadolu’da baş gösteren Kızılbaş isyanlar takip ediyordu. Osmanlı yönetimi bu isyan ve propagandalara karşı sosyal tabanda HBV kültü ve Bektaşi tarikatını destekleyerek cevap veriyordu. Bu süreç, Şiî-Kızılbaş unsurların Bektaşilik içerisine sızmasıyla sonuçlandı. Şah İsmail’in mirasını da kendi potasında eriten Bektaşi senkretizmi, Şah’ın Alevi doktrinini aynı minval üzere ibadet pratiklerinde mistik boyutta yaşatmayı sürdürmüştür.

Şah propagandalarının etki alanına giren Türkmenler üzerinde sürdürülen Osmanlı siyasi, dini ve sosyal baskıları, ihtilalci Alevi-Kızılbaş Türkmenlerin mütemadiyen Balkanlara, Ege ve Akdeniz adalarına göç ettirilmeleri, Çaldıran Savaşı öncesinde Anadolu’da 40 bin Alevi’nin katledilmesi ve Alevi elebaşlarının tedibi, nihayet yenilmez sanılan Şah İsmail’in Çaldıran’da hezimete uğraması Anadolu Türkmenleri arasında Şah İsmail’in karizmasını ciddi şekilde sarsmıştır. Bektaşi Yeniçeriler ve Yörükler Osmanlı ordusunda İran içlerine kadar uzanan bir sefere cıkmışlar ve Çaldıran’da Şah’a karşı savaşmaktan çekinmemişlerdi. Buna rağmen Şah’ın Türkmenler arasında halen büyük nüfuzu vardı. Alevi âşık-ozanların sözlü edebiyatında Şah yaşamaya devam ediyordu. Osmanlı siyasetinin ön plana çıkardığı HBV ve Bektaşi senkretizmi, Şah kültünü ve Kızılbaş-Şiî unsurları bünyesine alarak uzlaşırken 16.yy.dan sonra yavaş yavaş Alevi-Bektaşi entegrasyonu gerçekleşmiş oluyordu. Hacı Bektaş Veli, Şah’ın yerini alırken Şah İsmail’in adı ve öğretisi Cem’lerde anılıyor ve yaşatılıyordu. Bektaşilik inanç ve ibadet bakımından, hemen hemen aynıdır, Cemlerde aynı nefesler okunur.

15. ve 16. yy., gelişen siyasi ve sosyal olaylarla HBV ve Bektaşiliğin Osmanlı yönetim mekanizmasına irca edildiği dönemdir aynı zamanda. Osmanlı nizamı ile Kızılbaşlar arasında aracı rolünü Bektaşi tarikatı üstlendi. Osmanlı sultanları belirli zamanlar HBV’nin türbesine hep ilgi göstermiştir. II.Bayezid tarafından onarılan türbesi ve zenginleştirilen tarikatı, muhtemelen İran etkisindeki Kızılbaş Türkmenlerini merkezin denetimi altına toplamak ve yönlendirmek için kullanılmıştı. Kızılbaşların aykırılıkları yavaş yavaş Bektaşilik senkretizmine sızmayı başarmıştır. Hz. Ali kültü, Kerbela şehitlerine ve Ehl-i beyte duyulan derin saygı elverişli bir zemin hazırlıyordu. Bu kavramları ilk Safevîler propagandalarında epeyce kullanmışlardı.

Osmanlı’nın, Kızılbaşları, Bektaşi Babaları vasıtasıyla Türkleştirmeye (yerleşik düzene) çalıştığı kabul edilir. Diğer heterodoks tarikatlar gibi Kızılbaşlar da Bektaşilik şemsiyesi altında toplanıp sisteme entegre edilmesi teşvik edilmişse de bunun yüzyılları aldığı anlaşılmaktadır. Bu da planlı bir projeden ziyade Anadolu’nun İslamlaşma sürecinin gelişimi, Osmanlı-İran savaşları ve buna paralel olarak Osmanlı merkezi-ortodoksi Müslümanlık anlayışının devletin temel siyaseti haline getirilmesiyle ilgilidir. Kaldı ki devletin Bektaşi Dede-Babalarına gösterdiği hoşgörü hiçbir zaman sınırsız değildi.
Bektaş Veli’nin ne zaman Hacı olduğu bilinmese de Bektaşilik, Kızılbaşlık dahil Anadolu’dan Balkanlara yayılmış muazzam tekkeler ağı ile tüm heterodoks tarikatları bünyesine alıp Alevi-Bektaşi entegrasyonu sağlanmıştır. Bundan sonra HBV, Anadolu’nun tartışılmaz en büyük velisi olurken, Bektaşilik de tartışılmaz en büyük Türk tarikatı olmuştur. Sahip olduğu meşruiyet kalkanı bir yana, en büyük halk kitlesine sahip bu Türkmen tarikatın, dar medrese muhitleri dışında Sünniliği tartışılmazken, Bektaş Veli’nin ‘Hacı’ olması da gayet doğaldır.

Bununla birlikte, Hacı Bektaş tekkesi merkezli bir hiyerarşi etrafında örgütlenme sağlanırken Bektaşilikle entegre olan Alevilerin Şah’la bağları koparılmak istenmişse de teorikte bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Bir zamanlar Erdebil ocağıyla bağları koparılan Kızılbaş sufilerin Çaldıran hezimetinden sonra İran’daki Şah ve onların Anadolu’daki halifeleri ile bağları koparılınca Kızılbaş-Alevi tarihinin bu son evresinde dini-toplumsal yapının ana taşıyıcısı olan Alevi Ocakları ortaya çıtı. Bektaşilerin tekkelerine karşı ekserisi kırsalda yaşayan Alevi toplulukları bu Ocak sistemi etrafında örgütlenerek asimilasyona karşı kapalı bir toplum halinde varlığını bugüne kadar sürdürebilmiştir. Hacı Bektaş Tekkesini mürşit ocağı telakki etmelerine rağmen Aleviler, bağlı oldukları Ocak ve Ocak-zade Dede’lerin talipleri olmayı sürdürdüler. Ocak-zade Dede ise en az yılda bir kez taliplerinin yaşadığı yöreleri gezmek zorundadır. Bu Dedelerin karizması, soydan ve seyit olmalarından geliyordu.

Osmanlı yönetimi Kızılbaşları Bektaşi dergâhına bağlamak isterken, bir yere kadar hedefine ulaşmış olabilir ancak Alevi-Kızılbaş unsurlar da Bektaşiliğe sızmıştı. Bektaşiliğin hoşgörülü ve devletle barışık yönünü dumura uğratarak ilk başlardaki gibi mehdici ve devrimci bir yapı aşılamıştır. Alevi-Bektaşi birlikteliği 2-3 asrı alan bir sürecin ürünü olmalıdır. Bu entegrasyondan sonra Aleviliğin Muhammed-Ali Yolu, aralarında belirgin bir farkın olmadığı ‘Hak-Muhammed-Ali Yolu şeklinde üçlü bir sisteme dönüşür. Bâtıni bir yorum olan vahdet felsefesiyle bakıldığında üçü de ‘bir’dir.

HBV kültü ile ilgili kolektif hafızanın ürünü olan Vilayetnâme’nin 15. yy.ın konjonktürel etkisi altında (Sünni çevrede) yazıya geçirilmesi16, HBV’e atfedilen Arapça Makalat, Besmele Şerhi gibi Sünni fıkhı ders veren eserler Şiî-Kızılbaş propagandaların Anadolu’nun siyasi ve sosyal nizamına karşı ciddi tehditlere sebep olmaya başladığı bu dönemde ortaya çıkarılmıştır. Aşıkpaşazâde’de Şeyh Edebali’ye biçilen rol, Vilayetnâme’de HBV’e verilmiştir. Vilayetnâme’deki rivayetlerin önemli bir bölümü de ‘resmi tarih’ dersi vermektedir!... Vilâyetnâme, HBV’yi, Osmanlı hâkimiyetini onaylayan ve destekleyen bir Veli olarak gösterir. Hacı Bektaş Veli’nin Osman Beye kılıç kuşatması, Yeniçeri Teşkilatı’nın manevi piri olması vs. gelişmeler Bektaşi tarikatının resmen kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu gelişmeleri, Kızılbaş-Alevi nüfuzuna karşı alınmış tedbirler olarak görmek mümkün.

Bektaşi tarikatı, çok geçmeden henüz yüzeysel ve iyi özümsenmemiş bir Müslümanlık yaşayan halk kitlelerini ve bilhassa Kızılbaş propagandalarına karşı Türkmenleri, yönetimin gözetimi altında kurumlaştırma ve yönlendirme görevini üzerine almak zorunda kalmıştır. Kızılbaşlığın İslam dışı etkilerinde kalmış halk kitlelerini Anadolu’da Halk İslamı diye nitelendirilen her türlü aşırılıktan uzak ve hoşgörülü bir Müslümanlığa çekmek ve onları tarikata katmak üzere Sultandan gelen yetkiyle donanmış bir aracı idi.

Bu kez eğitici dervişler kendilerini yabancı ülkeler yerine atalarının dinlerini ve batıl inançlarını korumakta olan Kızılbaş kardeşleri arasında bulunca kılıç tersine çevrildi. Zemini uygun bulan fanatik Kızılbaş öğeler serbest düşünceli Bektaşiliğe sızınca, aynı sosyal tabandan gelen Alevi-Bektaşi zümreler marjinal ve devrimci bir tarikat haline dönüştü. Yesevî geleneği ile Orta Asya’ya ulaşan Bektaşilik Anadolu’da heterodoks ve marjinal değil başkaldırıcı görünecek derecede çığırından çıktı. Bundan böyle Bektaşilik günümüze kadar gelen biçimiyle ‘Alevi-Bektaşi’ adıyla anılır oldu.17

Sonuç
Kızılbaşlık ve Bektaşîlik kurumlaşmadan önce Anadolu’da popüler sufilikle renkli ve coşkun bir halk İslamı yaşanıyordu. Ahmed Yesevî’den beri devam edegelen, merkezini tekkelerin oluşturduğu bu Türkmen dindarlığı Şamanist zamanların Anadolu’daki devamı olan evliya kültü etrafında geliştiği için Türkmen dede-babalarına şiddetle bağlıydılar. Bunlar Baba İlyas’a ‘Baba Resul’ diyecek kadar İslami bilgilerden yoksun insanlardı. Dolayısıyla İlk Bektaşiler adı altında ele aldığımız Babaî, Yesevî, Abdal vs. zümrelerin Sünnilik konusunda bir kaygıları mevzubahis olmayacağı gibi, Sünnilik veya kitabi İslam düşmanı olarak da nitelendirilemezler. Bu zümrelerin isyanı, aşiret hayatını ve buna bağlı olarak yaşadıkları dini ve sosyal nizama karşı yerleşik siyasi nizamını dayatmaya çalışan otoriteye idi.

Ne Kızılbaşlıktan önceki derviş tarikatı olan Safevîlik ve ne de Bektaşîlik tamamen heterodoks (gayri Sünni) olmadığı gibi asla bugünkü gibi Sünni bir Müslümanlık da söz konusu değildi.


Alevi-Bektaşi senkretizmi ya da entegrasyonu bir anda doğmuş değildir. Yüzyılları aşan bir süreçte siyasi, iktisadi, sosyal ve dini çeşitli evrelerden geçerek ortaya çıkmıştır. Bu birliktelik, çok basit bir ifadeyle coğrafi ve sosyal şartların oluşturduğu zorunlu bir birlikteliğe benzer. Çünkü her iki zümre ortak bir sosyal tabandan gelmekle birlikte hiçbir zaman homojen bir toplumsal yapı oluşturamadılar. Ancak bunların Müslüman bir toplum içerisinde yaşadıkları unutulmamalıdır. İçerisinde Alevi inançlar dâhil değişik unsurların karıştığı bir mozaik görünümü taşır.

Bu Bektaşi senkretizminin en önemli harcı tasavvuftur. Ahmed Yesevi’den beri tüm mistik dinlerden bir şeyler alan Bektaşilik’te İnsan-ı kâmil olmak ve Hak’ka ulaşmak için dört kapı-kırk makamdan, şeriat-tarikat-marifet-hakikat aşamalarından geçmek gerektir. Anadolu’da etkili olan vahdet-i vücut tasavvuf anlayışı, Bektaşilikte panteizme kaçar. Alevi-Bektaşilerin başlıca ahlak dogmaları olan ‘eline beline diline sahip ol’ ahlaki prensibi de Ahilikten Bektaşiliğe geçmiştir.

Bektaşilik de Türk halk inançlarından kaynaklanmasına rağmen günümüzde eski Türk inançlarını daha çok Aleviler korumaktadırlar. Cemlerde mesela Balkanlardaki Bektaşi cemlerinde alkol (dolu) alma, On İki hizmet anlayışı vs. ritüellerinde, Hızır kültü, Nevruz kutlamaları gibi bazı geleneklerde farklılıklar göze çarpmakla birlikte aynı nefesler okunur, aynı semah yapılır.

Alevi-Bektaşiler, ne bir ortak mezhep ne de ortak bir tarikattır; bir mozaik gibi birbirine karışmış bazen çok eskiye dayalı farklı unsurlardan oluşma, bazen de Hristiyanlık gibi, bulundukları çevredeki farklı dinlerden edindikleri inanç tortularının harmanlandığı bir inanç sistemidir. Bu inanç sistemi başlı başına bir din olmaktan ziyade Caferi olduklarını iddia ettikleri bir mezhep de değildir. İslam’ı batınî bir yorumla yaşayıp, inançlarını sır perdesi altına gizleseler de görünen tek gerçek, Türkçeyi ve öz Türk kültürünü günümüze taşımak gibi bir misyon yüklenmiş olmalarıdır. Kürt Aleviler dahi Türk diliyle Cem yaparlar ve Horasanlı olduklarından övgüyle bahsederler. Farklı coğrafyalarda farklı yorumlarıyla karşılaştığımız bu inanç mensuplarının teolojisini yazmaya çalışanların ortak sorunu olan ‘gerçek Alevilik yazılmaz ancak yaşanır’ sözü, Bektaşiler için de söylenebilir. Sabit bir sisteme indirgenemeyecek derecede karmaşık bu inançlar halitasını Alevi-Bektaşi senkretizmi adı altında tarif ve tespit yoluna gidilmiştir. Özelde Alevi dedeleri ile Bektaşi babaları ve tüzelde bunların mensup oldukları birçok Alevi Dernekleri ve Cem Vakfı arasında bir türlü sonuçlandırılamayan tartışmalar, gelenekten gelen akademisyenlerin bile sabit bir inanç sistemi ortaya koyamamaları, durumu tespitten ziyade daha da kronikleştirmiştir.

Tarihsel sürece bakıldığında Alevi-Bektaşi entegrasyonunu, seçime giden siyasilerin mevsimlik ittifakına benzetmek mümkün. Zira gerek gelenekten gelen okur-yazar sınıfı ve gerekse baba ve dedelerin hali hazırda üzerinde ittifak etikleri tek nokta, eskiden beri devam ede gelen yerleşik ve mevcut siyasi (bozuk) düzene karşı güttükleri muhalefet. Bu kronik muhalefetin, Hasan Sabbah’ın İsmailî öğretisinde, evrenin son döngüsünde adaleti kurması için beklenen Mehdi (On ikinci İmam) gelene kadar devam edeceğe benziyor...

https://www.beyaztarih.com/