Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5

Mümtazer Türköne'nin Alevi Sorunu
#1

Alevi felsefesinde “eline, beline, diline sahip olmak” temel düsturlardan biridir. Her üçü de bir bütün olup, iyi insan (kamil insan) olmanın vazgeçilmezleridir. Diline sahip olmak sadece yalan söylememeyi öğütlemez, iyi düşünmeyi, düşüncede saflığı, başkasına zarar verecek kötü düşüncelerden ırak olmayı, yüreğini kötülüklerden uzak tutmayı gerektirir.

Mümtazer Türköne 30 Temmuz 2013 tarihli “Alevîlerin çözeceği Alevî sorunu” başlıklı yazısında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in açıklamalarına dayanarak diyanet ve devlet nezdinde alevi sorununun çözüldüğünü, artık sorun olan tarafın Aleviler olduğunu söylüyor. Bunu da iki başlıkla açıklıyor. Birincisi, “alevilerin sünni algısı sorunu”, ikincisini de “alevilerin alevi sorunu” olarak tarif ediyor.

Türköne’nin alevi sorununun çözüldüğüne dair dayanağı, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in 24 Temmuz tarihli açıklamaları. Görmez yaptığı açıklamada; alevileri tanımlamaya çalışmayacaklarını, kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa, inanç gereklerini yerine getirdikleri mekana ne diyorlarsa öyle kabul edilmesi gerektiğini dile getiriyor. Elbette diyanet işleri başkanı sıfatına sahip bir kişinin bu açıklamaları yapması olumlu ve önemlidir. Genelde alışık olunan üslup, görmezden gelme-sessiz kalma ya da konuştuğunda aşağılama olduğu için Diyanet adına sıra dışı bir durumdur.

Lakin bir açıklamaya dayanarak, Türkiye’de yaşayan sünnilerin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve devletin alevi sorununun çözüldüğünü iddia etmek, eğer o kişi cahiliye batağında debelenen bir echel değilse, yalandan menfaat devşirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Aleviler üzerinde sünni baskısının, diyanet üzerinde devlet vesayetinin kalktığını söylemek o kadar kolay olmasa gerek.

Fikirlerini bu “doğru” üzerine temellendiren Türköne, gerçek derdini bundan sonra açıklıyor. Alevilerin sünni algısı sorunu olduğunu söylerken, alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’na dair eleştirilerini sünni inanca müdahale olarak değerlendiriyor. Türköne, “Sünnilerin benimsediği bir kurumun Sünniler üzerindeki yetkilerini ve konumunu sorgulamak, Sünni inanca açık bir müdahaledir” diyor. Yazarın asıl derdinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunu, yetkilerini, sınırlarını tartışmayı engellemek olduğu anlaşılıyor. Alevilerin sünni algısı sorunlu derken aslında, Diyanet kurumunu koruma ve kollama altına alınmaya çalışmakta. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığını en çok tartışan ve eleştirenlerin aleviler olduğu doğrudur. Ama bu sadece alevilerin sorunu da değildir. Diyanet hanifi mezhebi dışındaki diğer sünni mezheplere de hitap eden bir kurum değildir. Ötesinde devletin kontrolünde bir din inşa etmesi, inanç özgürlüğüne de laikliğe de aykırıdır. Kaldı ki, bu kurumun kısa bir tarihçesine bakmak bile, devletin zulüm ve kara politikalarını meşrulaştırmada nasıl ibretlik kötü bir enstrüman olduğunu görmeye yeterlidir.

İnanç özgürlüğü, laiklik gibi evrensel değerler lügatında yer almayan M. Türköne’nin, Diyanet kurumunu savunmak adına alevilere saldırması; demokratik alevi mücadelesini güçsüzleştirmek ve alevileri de devlet kontrolünde bir mekanizmaya dahil etmek amaçlıdır. Nitekim alevilerin itirazları arasında dillendirilen, vatandaşın vergisiyle finanse edilen Diyanet’in sadece sünnilere hizmet küfürlü içerikürmesi tepkisine alternatif olarak alevilere de bütçeden pay ayrılacak sözleri bu maksatlıdır.

Hülasa, alevilerin kimsenin inancını belirleme, müdahale etme gibi bir tutumu yoktur. Bunu söylemek aleviliğe de alevilere de hakarettir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını istemek, sünni vatandaşların inançlarına bir saldırı değildir. Tam aksine olmayan bir şeyi saldırı olarak göstermek, toplumsal hafızanın oldukça derununda yer edinmiş ve bir açıklamayla hemen silinemeyecek kadar köklü bazı önyargıların depreşmesine sebep olabilecek bir provokasyondur.

ALEVİLER MESELEYİ BÜYÜTÜYORMUŞ

Diyanet İşleri Başkanlığını koruma ve kollama görevini üstlenmiş gözüken Mümtazer Türköne, bu veciz değerlendirmelerinin ardından ikinci soruna, yani “alevilerin alevi sorunu”na açıklama getiriyor. Buna göre aleviler, tarihteki bazı siyasi itilafları inançlarının dayanakları haline getiriyorlar ve meseleyi kendi içinde büyütüyorlar. Bir anlamda tarihi doğru okuyamıyorlar, siyaset ve inancı birbirine karıştırıyorlar. Yazarın buna verdiği örnek ise Yavuz Sultan Selim üzerinden yürütülen tartışma ve alevilerin Yavuz ismine gösterdikleri tepki.

Türköne’nin Yavuz’a duyduğu büyük hayranlık, kısa bir zaman önce aynı köşede yazdığı iki yazıdan da anlaşılıyor. Öyle ki, yazarımız makalelerinden birinin başlığına “Yavuz barışın adıdır” diyecek kadar hayranlık sahibi. Alevilerin köprü ismine gösterdikleri tepkiyi anlamsız bularak, alevi toplumsal hafızasına adeta hakaret edercesine tarihi çarpıtmaktan geri durmuyor. Yazarın son tarih icadına göre “Yavuz bektaşi” idi. Hatta bektaşi Yavuz, alevi Şah İsmail’le savaştı. Bektaşi yeniçeri ocağına bağlı askerleriyle Yavuz, alevi Şah İsmail güçlerini yendi.

Yavuz’un bektaşi olduğuna dair Osmanlı belgelerinde, kayıtlarda, kronikçilerin yazdıklarında bir satırlık bilgi namevcutken Türköne bunu neye dayanarak ifşa ediyor, merak konusu. Eğer Yavuz’un küpeli bir resmi var, Bektaşiler de küpe takardı, dolayısıyla Yavuz bektaşiydi denilecek olursa, o resmin Yavuz’a ait olmadığını artık sağır sultan bile biliyor. Ortada böyle bir tarihsel bilgi mevcut değilken sergilenen bu gayret, tarihi çarpıtmaktan başka bir gayenin olmadığını gösteriyor. Ayrıyeten Yavuz’un Osmanlı tarihinde sünni islam anlayışını hakim kıldığı, hatta devleti daha teokratik bir yapıya büründürdüğü de başka bir hakikattir.

Yeniçerilerin bektaşiliği meselesi ise bambaşka bir tarihsel tartışma konusu olup, burada kafa bulandırmak amacıyla ortaya atılmıştır. Ancak es geçmek yerine bir-iki kelam etmek daha doğru olacaktır. Yeniçerilerin bektaşi tekkesine bağlı oldukları doğrudur. Osmanlı Devleti’nin ilk ordusunun pençik usulüyle savaş esirlerinden oluşturulduğu da doğrudur. Kendi iradesi dışında esir düşen insanların zorla asker yapıldığı ve kullanıldığı da doğrudur. Ya da yeniçerilerde olduğu gibi küçük yaşta devşirilerek, benliğinden ve kimliğinden soyutlayarak devletin yani kapı’nın kulu yapıldığı da doğrudur? Padişahın istediği zaman sorgusuz sualsiz kellesini almaya hakkının olduğu bu kulların ne kadar iradesi vardır ki, kararları sorgulasın? Anası da babası da devlet olan, devlete bağlılık üzere yetiştirilmiş ve bu amaçla sadece savaşmakla mükellef kılınmış bu insan topluluğu için, her şeyden önce devletin gelmesi gayet doğaldır. Kaldı ki, yeniçerilerin Osmanlı ordusunun tamamını oluşturmadığı, merkez kuvvetleri olarak Kapıkulu askerleri içerisinde yer aldığı bilinmektedir. Osmanlı ordusu bünyesinde niceliksel olarak daha küçük bir birim olan Kapıkulu askerlerinin dışında, Eyalet askerleri ve diğer birimler sayısal olarak çok daha büyük bir kitleyi oluşturmaktadır.

Bir tarihçi olmasa da Türköne, Türkiye’de birçok kalem erbabı gibi tarih hakkında ahkam kesmekten hatta kendine göre bir tarih inşa etmekten geri durmuyor. Türköne’nin alevilere salık verdiği bu tarih anlayışı ve siyaset; Türk milliyetçiliğini kutsayan, islamın sünni yorumunu yayılmacı bir tahakküm aracı haline getiren ve her şeyin merkezine kutsal devleti ve onun âli menfaatlerini koyan; özgürlük, demokrasi, insan hakları, laiklik gibi insanlığın ortak birikimini ifade eden değerlerden uzak bir anlayış.

Namık K.DİNÇ
Bul
Cevapla


Konu ile Alakalı Benzer Konular
Konular / Yazar Yorumlar Okunma Son Yorum
Son Yorum Yazar: Admin
09-05-2017, 08:09 PM
Son Yorum Yazar: çerağ
05-10-2016, 12:36 AM
Son Yorum Yazar: bektasi
12-21-2013, 07:56 PM
Son Yorum Yazar: bektasi
08-16-2013, 03:29 AM
Son Yorum Yazar: bektasi
07-30-2013, 07:15 PM
Son Yorum Yazar: bektasi
07-10-2013, 11:21 PM
Alevi Sorunu
bektasi
Son Yorum Yazar: bektasi
06-21-2013, 01:02 AM

Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi