02-24-2015, 12:04 PM
‘Tarihin her dönemi ve her ülkesinin deneyi açıklıkla göstermiştir ki, din siyasallaştırıldıkça şiddet ve hoşgörüsüzlük artmıştır. Barış ve kardeşlik olanağından uzaklaşıyor insanlık’
İZMİR/ AHMET ÇINAR- Charlie Hebdo saldırısının hemen ardından, zaten öteden beri laiklikle ve aydınlanmayla başı hoş olmayan kesimler, “Gerçek İslâm bu değil!”, “asıl sorun İslamofobi” söylemiyle savunma hattı kurdular. Bu koroya, kimi sosyal demokratlar da katıldı. Bu yaklaşıma sahip kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak bakıldığında, Charlie Hebdo saldırısı ve din adına işlenmiş benzer katliamları son tahlilde akladıklarını ya da gerçeğin üstünü örttüklerini görüyoruz.
Biz de, kitapları aydınlanma ve laiklik mücadelesinde önemli fonksiyonlar üstlenmiş olan araştırmacı-yazar Erdoğan Aydın’a yönelttik sorularımızı. 1992’de Turan Dursun Araştırma ve İnceleme Ödülü’nü kazandığı 4 ciltlik “İslamiyet Gerçeği” ve 30’uncu baskıya ulaşan “Nasıl Müslüman Olduk?”, “Öteki Tarih”, “Osmanlının Son Savaşı” gibi kitaplarıyla tanınan Erdoğan Aydın’la İzmir’de buluştuk ve söyleştik. Söyleşinin ilk bölümünü bugün sizlerle paylaşıyoruz.
Şiddet ve din ilişkisi
Sayın Erdoğan Aydın, Charlie Hebdo katliamının ardından da, önceki Sivas ve benzeri katliamların ardından yükselen “Gerçek İslam bu değil” söylemi hakim oldu. Siz konunun uzmanlarından biri olarak ne diyorsunuz, gerçekten de gerçek İslam bu değil mi?
Söz konusu olan inanç olunca sorunun cevabını tek cümlede vermek mümkün değil. Çünkü salt teolojik değil aynı zamanda politik bir sorunla karşı karşıyayız. Bu katliamları ve dinsel hoşgörüsüzlüğü kendi inancına sığdıramayıp kınayanların samimiyetine inanmak durumundayız. Ancak bunun dinle ilişkisi olmadığını söylerken din ekseninde siyaset yapanlar için tersini söylemek durumundayız. Tarihin her dönemi ve her ülkesinin deneyi açıklıkla göstermiştir ki, Din siyasallaştırıldıkça şiddet ve hoşgörüsüzlük de artmıştır. Dinsel siyaset (ve milliyetçilik) yükseldikçe eşitlik, özgürlük, barış ve evrensel kardeşlik olanağından uzaklaşıyor insanlık. Bu noktada din adına şiddet uygulayanların da sağlam dini ve tarihsel dayanaklara sahip olduğunu teslim etmek zorundayız. Bunu kabullenmeden sorunun çözümü ve mütedeyyinlerin de çağdaş değerlerle barışık yaşayabileceği bir ortama yükselmek mümkün değil. Bir yandan dinsel siyaset yapıp diğer yandan yaşanan hak ihlalleri ve katliamların dinle ilişkili olmadığını iddia etmek gerçekliği çarpıtmak olur. Bu yapılanların İslâm’la alakası yoksa Engizisyon pratiklerinin de Katoliklikle hiçbir alakası olmadığını kabullenmek durumundayız.
Peki bu durumda IŞİD eşittir İslam ya da El Kaide eşittir İslam denebilir mi?
Elbette IŞİD eşittir İslam değil. Ama IŞİD’lerin siyasal İslamın dışında olmadığı, onun bir versiyonu olduğu da açık. Reformunu gerçekleştiremeyen hiçbir inancın, IŞİD benzeri problem alanlarını geriletebilme şansı yok. Düşünün ki, dünyanın en modernleşmiş İslam toplumundaki ılımlı İslâmcı AKP seçmeninin önemli bir kesimi, Charlie Hebdo katliamının normal bir durum olduğunu, Peygamberin karikatürünü çizenin katlinin mubah olduğunu düşünebiliyor. Aynı insanların bundan 10-15 yıl önce farklı düşünebildiklerini de anımsarsak, siyasallaşmış bir dinin topluma egemen olması oranında nasıl bir medeniyet kaybı ürettiğini görüyoruz. Tam da bu durum, laikliğin elimizden kayıp gittiği oranda demokrasinin, hoşgörünün, çoğulculuğun, farklı inançların eşit haklılığının da elimizden kaçıp gittiğini görüyoruz. Böyle olunca Charlie Hebdo katliamından kendimizi sorgulamak yerine “asıl sorunun İslamofobi olduğu” şeklinde toplumu siyasal İslam adına koşullandırabilecek sonuçlar çıkarmak istiyoruz.
‘Özgürlükçü laiklik olmalı’
Bu yaşananlar laikliği ve laiklik mücadelesini daha haklı ve daha meşru hale mi getirdi?
Elbette! Ama Türkiye’deki egemen laikliğin sorunlu yanlarından arınmak koşuluyla! Hayat bize göstermiştir ki gerek 12 Eylül’ün gerek AKP hükümetinin İslamizasyon politikaları Türkiye’deki hak mücadelelerinin toplumsal dayanaklarını gerileten bir işlev görmüştür. Dolayısıyla safiyane bir dindarlaşmadan değil, yeni liberal politikaları sürdürebilmek ve iktidarı süreğenleştirmek ile bu politikalar arasında neden sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Bu anlamda laiklik, bütün bu sorunların azaltılması yanında mütedeyyin Sünnilerin de inançlarını, siyasal istismardan arınarak yaşayabilme güvencesi olacaktır. Hiç kuşkusuz sadece laiklik üzerinden sorunlarımızı çözebilmek gibi bir şansa sahip değiliz. Çünkü Suriye de dahil olmak üzere, Türkiye’nin 1930’lu yıllar deneyi göstermiştir ki laikliği ve cumhuriyeti demokrasi, sosyal devlet ve evrensel hukukla bütünleştirmeden içinde bulunduğumuz sorunlar yumağından çıkmak mümkün değil. Aslında şu anda en radikali IŞİD, en ılımlısı AKP olmak üzere, dinin siyasetin belirleyici öğesi olmasıyla bizlerin hak ve özgürlüklerimizi yitirmemiz arasında doğrudan bir bağlantı var. Dünün Ortadoğu siyasetiyle geleceği inşa edemeyeceğimiz gibi dünün Türkiye siyasetiyle de yeni bir yaşamı inşa etmek mümkün değil. Bize Mevlana’nın sözüyle yeni bir şey lazım; gerçekten demokratik, gerçekten laik ve tabii insanları sadakaya muhtaç bırakmayan gerçekten sosyal bir cumhuriyet.
‘Türkiye hiç tam anlamıyla laik olmadı’
Sizce Türkiye, bugüne kadar tam anlamıyla laik bir dönem yaşadı mı, ülkemiz hiç laik oldu mu?
Gerçekçi olmak gerekirse, Türkiye’nin laiklik yönünde radikal adımlar atmakla birlikte tam anlamıyla laik olmadı. Büyük bir olasılıkla bu söyleşiyi yaptığımız İzmir’in bu köşesi, eğer gerçek bir laiklik uygulaması olsaydı, farklı inançlara sahip insanların da sokaklarında eşit ve özgür dolaştığı bir yer olacaktı. Ama dini, milli bir kimliğin Türklükle birlikte temel ögesi olarak dayatan yaklaşımlar, buranın bir kısım yerlisini yok ederek kurumlaştı. Bu da gerçek bir laikliğin kurumsallaşabilmesini olanaksızlaştırdı. Düşünün ki cumhuriyeti ve laikliği büyük bir istekle karşılamış Alevilerin tekkeleri kapatıldı, kendi ölülerini bile kendi inançlarına göre kaldırmaları yasaklandı. Bunların olmadığı bir Türkiye’de, ne yazık ki giderek tek bir dinsel söylem siyaseti belirler bir konum elde etti. Bu gerçeklikte zaman zaman duyduğumuz, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı, biraz da mezarlıktan geçerken korkusunu yenmek için ıslık çalan insanın edasına benziyor. Dolayısıyla şu an elimizden kaçıp gitmekte olan laiklik, geçmişte de sorunlu bir kontrol ve modernleştirme aracı olarak kullanıldı. Bugün geldiğimiz noktada laikliği, özgürlükçü anlamıyla kazanabilmek için sadece son 12 yılı sorgulamak yetmez; bütün bir tarihi yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Bu anlamda laikliği, evrensel hukuk sistemini, sosyal adaleti, örgütlenme haklarımızı elde edebilmek için, AKP’nin gerisindeki cumhuriyete savrulmak değil, hem AKP’yi ve hem de gerisindeki cumhuriyeti ileriye doğru aşan bir irade göstermemiz zorunludur.
‘Takım tutar gibi parti tutuyoruz’
Tüm operasyonları “demokrasi”, “millet iradesi” etiketleriyle ve kodlamalarıyla gerçekleştiriyorlar, bu konudaki yorumunuz nedir?
Aslında şu anda demokrasi adı altında, İslamcılık ve Osmanlıcılıkla koşullandırılmış ve kendileri gibi düşünmeyen herkesi ötekileştiren, herhangi bir takım taraftarı gibi kendi partisinin peşinde adeta sürüleşme halindeyiz. En son olarak bir AKP milletvekili Cem Zorlu’nun, “aslında yöneticilik itibarıyla çobanla başbakan arasında fark yoktur. Çünkü biri sürüyü yönetiyor, diğeri halkı” sözü bu durumun bir dışa vurumu. Bunun üzerinden ilan edilen milli irade de kendi başına karar verme olanakları elinden alınmak üzere yoğun bir dezenformasyonla, dinsel söylem ve gerilim politikasıyla yaratılmaya çalışılıyor. Demokratik anlamda milli irade ise ancak özgürlüklerin ve denetlenebilirliğin artması ve tabii kuvvetler ayrılığının olması koşullarında oluşabilir. Oysa şimdi tüm bunların ortadan kalktığını gösteriyor.
‘Başkanlık sistemi adı altında otokrasi dayatılıyor’
Ilımlısı ya da radikali… Bu dinselleşme ve dinselleştirme eğilimi Türkiye’ye nasıl yansıyor, ülkemizi nasıl etkiliyor?
Türkiye toplumunun yüzde 40’ının üzerindeki bir kesimi bugün din ve onun tamamlayıcı parçası yeni-Osmanlıcılık üzerinden kontrolle tebaalaşmış görünüyor. Bunun en tipik sonuçlarından biri iş kazalarında dünyanın başını çeker hale gelmemize karşın sendikalaşma ve toplumsal tepkilerdeki düşüklük. Bu ülkenin 60’lı ve 70’li yıllarında asla Soma’da yaşanan türden bir iş cinayeti yaşanamaz, yaşansa da iktidar ayakta kalamazdı. Siyasal dinin toplumsal hegemonya kurabildiği her toplumda yurttaş olma bilincinin, hak ve özgürlük mücadelesinin gerilemesi bir vakıa ki bizde olan da bu. Son dönem çıkarılan yasaları anımsayalım, hepsi mevcut 12 Eylül yasalarının gerisinde tahakküm yasaları. “Başkanlık sistemi” adı altında dayatılmaya çalışılan şey tipik bir otokrasi. Bu sistem, Türkiye’nin hızla kalkınmasının formülü gibi sunularak toplumdan destek alınmaya çalışılıyor.
Kaynak: Yurt Gazetesi
http://www.zohreanaforum.com/din/55334-d...post160337
İZMİR/ AHMET ÇINAR- Charlie Hebdo saldırısının hemen ardından, zaten öteden beri laiklikle ve aydınlanmayla başı hoş olmayan kesimler, “Gerçek İslâm bu değil!”, “asıl sorun İslamofobi” söylemiyle savunma hattı kurdular. Bu koroya, kimi sosyal demokratlar da katıldı. Bu yaklaşıma sahip kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak bakıldığında, Charlie Hebdo saldırısı ve din adına işlenmiş benzer katliamları son tahlilde akladıklarını ya da gerçeğin üstünü örttüklerini görüyoruz.
Biz de, kitapları aydınlanma ve laiklik mücadelesinde önemli fonksiyonlar üstlenmiş olan araştırmacı-yazar Erdoğan Aydın’a yönelttik sorularımızı. 1992’de Turan Dursun Araştırma ve İnceleme Ödülü’nü kazandığı 4 ciltlik “İslamiyet Gerçeği” ve 30’uncu baskıya ulaşan “Nasıl Müslüman Olduk?”, “Öteki Tarih”, “Osmanlının Son Savaşı” gibi kitaplarıyla tanınan Erdoğan Aydın’la İzmir’de buluştuk ve söyleştik. Söyleşinin ilk bölümünü bugün sizlerle paylaşıyoruz.
Şiddet ve din ilişkisi
Sayın Erdoğan Aydın, Charlie Hebdo katliamının ardından da, önceki Sivas ve benzeri katliamların ardından yükselen “Gerçek İslam bu değil” söylemi hakim oldu. Siz konunun uzmanlarından biri olarak ne diyorsunuz, gerçekten de gerçek İslam bu değil mi?
Söz konusu olan inanç olunca sorunun cevabını tek cümlede vermek mümkün değil. Çünkü salt teolojik değil aynı zamanda politik bir sorunla karşı karşıyayız. Bu katliamları ve dinsel hoşgörüsüzlüğü kendi inancına sığdıramayıp kınayanların samimiyetine inanmak durumundayız. Ancak bunun dinle ilişkisi olmadığını söylerken din ekseninde siyaset yapanlar için tersini söylemek durumundayız. Tarihin her dönemi ve her ülkesinin deneyi açıklıkla göstermiştir ki, Din siyasallaştırıldıkça şiddet ve hoşgörüsüzlük de artmıştır. Dinsel siyaset (ve milliyetçilik) yükseldikçe eşitlik, özgürlük, barış ve evrensel kardeşlik olanağından uzaklaşıyor insanlık. Bu noktada din adına şiddet uygulayanların da sağlam dini ve tarihsel dayanaklara sahip olduğunu teslim etmek zorundayız. Bunu kabullenmeden sorunun çözümü ve mütedeyyinlerin de çağdaş değerlerle barışık yaşayabileceği bir ortama yükselmek mümkün değil. Bir yandan dinsel siyaset yapıp diğer yandan yaşanan hak ihlalleri ve katliamların dinle ilişkili olmadığını iddia etmek gerçekliği çarpıtmak olur. Bu yapılanların İslâm’la alakası yoksa Engizisyon pratiklerinin de Katoliklikle hiçbir alakası olmadığını kabullenmek durumundayız.
Peki bu durumda IŞİD eşittir İslam ya da El Kaide eşittir İslam denebilir mi?
Elbette IŞİD eşittir İslam değil. Ama IŞİD’lerin siyasal İslamın dışında olmadığı, onun bir versiyonu olduğu da açık. Reformunu gerçekleştiremeyen hiçbir inancın, IŞİD benzeri problem alanlarını geriletebilme şansı yok. Düşünün ki, dünyanın en modernleşmiş İslam toplumundaki ılımlı İslâmcı AKP seçmeninin önemli bir kesimi, Charlie Hebdo katliamının normal bir durum olduğunu, Peygamberin karikatürünü çizenin katlinin mubah olduğunu düşünebiliyor. Aynı insanların bundan 10-15 yıl önce farklı düşünebildiklerini de anımsarsak, siyasallaşmış bir dinin topluma egemen olması oranında nasıl bir medeniyet kaybı ürettiğini görüyoruz. Tam da bu durum, laikliğin elimizden kayıp gittiği oranda demokrasinin, hoşgörünün, çoğulculuğun, farklı inançların eşit haklılığının da elimizden kaçıp gittiğini görüyoruz. Böyle olunca Charlie Hebdo katliamından kendimizi sorgulamak yerine “asıl sorunun İslamofobi olduğu” şeklinde toplumu siyasal İslam adına koşullandırabilecek sonuçlar çıkarmak istiyoruz.
‘Özgürlükçü laiklik olmalı’
Bu yaşananlar laikliği ve laiklik mücadelesini daha haklı ve daha meşru hale mi getirdi?
Elbette! Ama Türkiye’deki egemen laikliğin sorunlu yanlarından arınmak koşuluyla! Hayat bize göstermiştir ki gerek 12 Eylül’ün gerek AKP hükümetinin İslamizasyon politikaları Türkiye’deki hak mücadelelerinin toplumsal dayanaklarını gerileten bir işlev görmüştür. Dolayısıyla safiyane bir dindarlaşmadan değil, yeni liberal politikaları sürdürebilmek ve iktidarı süreğenleştirmek ile bu politikalar arasında neden sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Bu anlamda laiklik, bütün bu sorunların azaltılması yanında mütedeyyin Sünnilerin de inançlarını, siyasal istismardan arınarak yaşayabilme güvencesi olacaktır. Hiç kuşkusuz sadece laiklik üzerinden sorunlarımızı çözebilmek gibi bir şansa sahip değiliz. Çünkü Suriye de dahil olmak üzere, Türkiye’nin 1930’lu yıllar deneyi göstermiştir ki laikliği ve cumhuriyeti demokrasi, sosyal devlet ve evrensel hukukla bütünleştirmeden içinde bulunduğumuz sorunlar yumağından çıkmak mümkün değil. Aslında şu anda en radikali IŞİD, en ılımlısı AKP olmak üzere, dinin siyasetin belirleyici öğesi olmasıyla bizlerin hak ve özgürlüklerimizi yitirmemiz arasında doğrudan bir bağlantı var. Dünün Ortadoğu siyasetiyle geleceği inşa edemeyeceğimiz gibi dünün Türkiye siyasetiyle de yeni bir yaşamı inşa etmek mümkün değil. Bize Mevlana’nın sözüyle yeni bir şey lazım; gerçekten demokratik, gerçekten laik ve tabii insanları sadakaya muhtaç bırakmayan gerçekten sosyal bir cumhuriyet.
‘Türkiye hiç tam anlamıyla laik olmadı’
Sizce Türkiye, bugüne kadar tam anlamıyla laik bir dönem yaşadı mı, ülkemiz hiç laik oldu mu?
Gerçekçi olmak gerekirse, Türkiye’nin laiklik yönünde radikal adımlar atmakla birlikte tam anlamıyla laik olmadı. Büyük bir olasılıkla bu söyleşiyi yaptığımız İzmir’in bu köşesi, eğer gerçek bir laiklik uygulaması olsaydı, farklı inançlara sahip insanların da sokaklarında eşit ve özgür dolaştığı bir yer olacaktı. Ama dini, milli bir kimliğin Türklükle birlikte temel ögesi olarak dayatan yaklaşımlar, buranın bir kısım yerlisini yok ederek kurumlaştı. Bu da gerçek bir laikliğin kurumsallaşabilmesini olanaksızlaştırdı. Düşünün ki cumhuriyeti ve laikliği büyük bir istekle karşılamış Alevilerin tekkeleri kapatıldı, kendi ölülerini bile kendi inançlarına göre kaldırmaları yasaklandı. Bunların olmadığı bir Türkiye’de, ne yazık ki giderek tek bir dinsel söylem siyaseti belirler bir konum elde etti. Bu gerçeklikte zaman zaman duyduğumuz, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı, biraz da mezarlıktan geçerken korkusunu yenmek için ıslık çalan insanın edasına benziyor. Dolayısıyla şu an elimizden kaçıp gitmekte olan laiklik, geçmişte de sorunlu bir kontrol ve modernleştirme aracı olarak kullanıldı. Bugün geldiğimiz noktada laikliği, özgürlükçü anlamıyla kazanabilmek için sadece son 12 yılı sorgulamak yetmez; bütün bir tarihi yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Bu anlamda laikliği, evrensel hukuk sistemini, sosyal adaleti, örgütlenme haklarımızı elde edebilmek için, AKP’nin gerisindeki cumhuriyete savrulmak değil, hem AKP’yi ve hem de gerisindeki cumhuriyeti ileriye doğru aşan bir irade göstermemiz zorunludur.
‘Takım tutar gibi parti tutuyoruz’
Tüm operasyonları “demokrasi”, “millet iradesi” etiketleriyle ve kodlamalarıyla gerçekleştiriyorlar, bu konudaki yorumunuz nedir?
Aslında şu anda demokrasi adı altında, İslamcılık ve Osmanlıcılıkla koşullandırılmış ve kendileri gibi düşünmeyen herkesi ötekileştiren, herhangi bir takım taraftarı gibi kendi partisinin peşinde adeta sürüleşme halindeyiz. En son olarak bir AKP milletvekili Cem Zorlu’nun, “aslında yöneticilik itibarıyla çobanla başbakan arasında fark yoktur. Çünkü biri sürüyü yönetiyor, diğeri halkı” sözü bu durumun bir dışa vurumu. Bunun üzerinden ilan edilen milli irade de kendi başına karar verme olanakları elinden alınmak üzere yoğun bir dezenformasyonla, dinsel söylem ve gerilim politikasıyla yaratılmaya çalışılıyor. Demokratik anlamda milli irade ise ancak özgürlüklerin ve denetlenebilirliğin artması ve tabii kuvvetler ayrılığının olması koşullarında oluşabilir. Oysa şimdi tüm bunların ortadan kalktığını gösteriyor.
‘Başkanlık sistemi adı altında otokrasi dayatılıyor’
Ilımlısı ya da radikali… Bu dinselleşme ve dinselleştirme eğilimi Türkiye’ye nasıl yansıyor, ülkemizi nasıl etkiliyor?
Türkiye toplumunun yüzde 40’ının üzerindeki bir kesimi bugün din ve onun tamamlayıcı parçası yeni-Osmanlıcılık üzerinden kontrolle tebaalaşmış görünüyor. Bunun en tipik sonuçlarından biri iş kazalarında dünyanın başını çeker hale gelmemize karşın sendikalaşma ve toplumsal tepkilerdeki düşüklük. Bu ülkenin 60’lı ve 70’li yıllarında asla Soma’da yaşanan türden bir iş cinayeti yaşanamaz, yaşansa da iktidar ayakta kalamazdı. Siyasal dinin toplumsal hegemonya kurabildiği her toplumda yurttaş olma bilincinin, hak ve özgürlük mücadelesinin gerilemesi bir vakıa ki bizde olan da bu. Son dönem çıkarılan yasaları anımsayalım, hepsi mevcut 12 Eylül yasalarının gerisinde tahakküm yasaları. “Başkanlık sistemi” adı altında dayatılmaya çalışılan şey tipik bir otokrasi. Bu sistem, Türkiye’nin hızla kalkınmasının formülü gibi sunularak toplumdan destek alınmaya çalışılıyor.
Kaynak: Yurt Gazetesi
http://www.zohreanaforum.com/din/55334-d...post160337
Alevi forum,alevi köyleri,alevi türküleri,alevi ünlüler,alevi sözleri,alevilik nedir,alevi nedir