çerağ
07-12-2016, 04:28 PM
Denilmektedir ki, ey Aleviler, Hz. Ali camiye gidip namaz kılıyordu ve hatta camide namaz kılarken öldürüldü. O halde siz ne diye camiye gitmiyor ve namaz kılmıyorsunuz?
Bu soru ve bu soruya koşut başkaca birkaç soru, Sünni ve Şii egemen dincilerin hem Aleviliğe ilişkin hem de bütünsel olarak İslam tarihine ilişkin mezhepçi bir bağnazlık ve körlük çukuruna yuvarlanmış olduklarını alenen göstermektedir.
Bu noktada bilerek ya da cehaletle yapılan yanlışları izhar etmek ve uyduruk tezleri geçersiz kılmak için öncelikle şu üç hususu birilerinin yüzüne çarpmak isterim:
Bir; Hz. Ali döneminde cami diye bir ibadethane yoktu!
İki; Hz. Ali’nin yaptığı ibadetin bugün Sünni ve Şiilerin kıldığı namazla ilgisi yoktu!
Üç; Hz. Ali’nin camide ve namaz kılarken öldürüldüğü doğru değildir.
Evet, o dönemde cami diye bir ibadethane yoktu. Nasıl mı?
Şöyle;
O dönemde ibadethanelerin adı “ mescid” idi ki halen Arap dünyasında ibadethanelere “mescid” denmektedir. Nitekim Kur’an’da da İslam ibadethanesi olarak “büyut / evler”le birlikte mescid ifadesi yer almaktadır. Cami sözcüğü genelde ülkemizde, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlarda kullanılmaktadır. Bununla birlikte cami denildiğinde minareli, kubbeli, minber ve mihraplı mekânlar akla gelmektedir. Oysa Hz. Ali’nin döneminde ve o dönemki Irak coğrafyasında bu şekilde ve bu tarz mimari özellikte mekânlar yoktu. Her ne kadar Halife Ömer döneminde Filistin ve Suriye’nin fethiyle Müslümanlar minare ve kubbe gibi mimari yapıları Hıristiyanlardan görmüş olsalar da bu unsurların İslam mabetlerine taşınması çok sonraki dönemlerde, özellikle de Emevîler döneminde gerçekleşmiştir. İslam mabetleri, minaresiz, kubbesiz, minber ve mihrapsız mekânlardı. Bu açıdan bakıldığında son derece mütevazı, sade yani gösterişsiz yapılar olan İslam mabetleri günümüzdeki cem evleriyle büyük ölçüde benzeşen mescidlerdir.
“Hz. Ali camiye gidiyordu, o halde siz de buyurun camiye gelin” demek apaçık bir demagojidir. Bu demagojiye inanıp camiye gitmeyi gerekli görenler çıkar mı bilmem ama eğer çıkarsa yahut böyle kimseler varsa onlar bilsinler ki, bu iddianın hiçbir tarihsel geçerliliği yoktur. Cami isimli yapılar mimari manada Hıristiyan orijinli ve Emevîlerle özdeşleşmiş mekânlar olup bütün Müslümanların ortak ibadethanesi olabilme vasfından son derece uzaktırlar. Bu görüşümüzün yanlış anlaşılmasını asla istemeyiz. Zira bize göre her ibadethane değerli ve saygındır. Bu bağlamda camiler de değerli ve saygın mekânlardır. Ancak cami üzerinden cem evlerini ve Aleviliği itibarsızlaştırma ya da İslam tarihi dışına atma çalışması ve çarpıtmasına karşı bir nevi “nefsi müdafaa” yapma hakkımız gereği bu satırları yazma zorunluluğu hasıl olmaktadır.
Cem evleri bir İslam mabedi olarak hem Kur’an kaynaklıdır, hem de nebevi sünnete dayanmaktadır. Nur Suresi 35 ve 36. ayetlerde açıkça ibadet edilen evlerden yani günümüz diliyle söylersek cem evlerinden bahsedilmektedir.
Öte yandan mescid sözü de semantik / anlambilimsel açıdan cem evi ile örtüşmektedir. Şöyle ki; mescid, secde edilen yer demektedir. Cem evleri de secde edilen yerlerdir. Yani cem evleri de bir nevi mesciddir. Nitekim Medine’de Hz. Peygamber ve ilk Müslümanlarca yapılan Mescid – i Nebi de o dönemin cem evidir.
O halde Hazreti Ali ibadet etmek için camiye değil mescide yani Türkçesini söylersek Cem evine gidiyordu. Hazreti Ali’yi camiye sokmak, gerçek dışı bir tarih inşasından başka bir şey değildir.
Açıkça ifade etmek zorundayım: Bugünün cem evleri Hz. Muhammed dönemindeki mescidlerdir. Bu hem mimari olarak böyledir hem de fonksiyon itibariyle böyledir. Mimari manadaki benzerliği hatta özdeşliği yukarıda dile getirmiştik. Fonksiyon itibariyle olan benzerlik yahut özdeşlik ise şöyledir:
Peygamberimizin dönemindeki mescidler / mabedler toplumsal yaşamın merkezi idiler. Orada törensel anlamda Tanrı’ya yakarmanın dışında sosyal hayatın neredeyse tüm unsurları yer bulmaktaydı. Hukuki, ahlaki, ticari, sportif konular ve hatta eğlence vb. etkinlikler bile mescidlerin işlevleri arasındaydı. O halde soralım; bugünün camilerinde bu saydıklarımızın hangisi var? Ne acı ki, artık camilerde namaz adı verilen ritüellerden başka neredeyse hiçbir şey yapılmamaktadır.
Peki ya cem evleri?
Cem evlerinde hem Tanrı’ya yakarılmakta hem de pek çok kültürel ve sosyal etkinlik icra edilmektedir. Egemen din anlayışının ve onun emrindeki devletin tüm engellemelerine rağmen cem evlerinde ibadet ve sosyokültürel etkinliklerin dışında dedelerin kılavuzluğuyla bir kısım hukuki meseleler de halledilmekte, dargınlar barıştırılmakta, haksızlığa uğrayanların mağduriyetleri giderilmeye çalışılmakta ve dayanışma içerisinde toplumsal barışın güçlendirilmesine uğraş verilmektedir. Müzik ve enstrüman kursları, paneller, konferanslar, sergiler düzenlenmektedir.
O halde vicdan sahibi olan herkese bir kez daha soralım:
Cem evlerine ibadethane değil demek insafla, izanla, vicdanla ve İslam’la izah edilebilir mi?
Gelelim namaz meselesine…
Hazreti Ali, bugün Sünni ve Şii Müslümanların kıldığı gibi mi namaz kılıyordu?
Hazreti Ali, namaz kılarken mi öldürüldü?
Öncelikle şunu ifade edelim ki, Alevi inancına göre Hazreti Ali ölmüş değildir. O şehit olmuş ve Hakk’a yürümüştür.
Bir kısım Sünni ve Şii çevreler Alevileri namaza ve camiye çekebilmek için, “Hazreti Ali camide namaz kılarken şehit edildi; o bir cami ve namaz şehididir.” demektedirler. Oysa gerçek onların ileri sürdüğü gibi değildir.
Hazreti Ali, Hicretin 40. yılı Ramazan ayının 19. gününün sabahı evinden çıkıp 8 adım atmışken Abdurrahman İbn Mülcem adındaki bir Haricinin zehirli kılıcı ile yaptığı saldırı sonucu yaralanmış, 3 gün boyunca yaralı olarak yatağında yatmış, bu sırada zehir vücuduna yayılmış ve 3. gün yani Ramazanın 21. günü “Kabe’nin rabbi olan Allah’a hamdolsun ki kurtuldum!” diyerek Hakk’a yürümüştür.
Anlaşılacağı üzere Hazreti Ali, saldırıya uğradığında o sırada henüz mevcut olmayan bir camide bulunuyor değildi ve yine ibadet esnasında iken de bir saldırı ile karşılaşmış değildi.
Peki ya Hazreti Ali nasıl ibadet ediyordu?
İslam dininde adına “salat” denilen bir ibadet biçimi vardır. Bu ibadetin unsurları; kıyam yani ayakta durmak, rüku yani öne doğru eğilmek, secde yani yere kapanmak, ka’de yani oturmak, kıraat yani tüm bunları yaparken kur’an’dan ayetler okumaktır.
İşte Hazreti Ali böyle ibadet ediyordu. Hazreti Muhammed de böyle ibadet ediyordu. Bu şekilde ibadet etmek bugün Alevi canlar tarafından da cem ibadeti adı verilen dini törenlerde aynı biçimde sürdürülmekte yani Aleviler Hazreti Muhammed’in ve Hazreti Ali’nin ibadet ettiği gibi ibadet etmektedirler. Cem ibadeti; dara durarak, tecella ve temana ederek, secde ederek, oturarak ve bu bunları yaparken de Kur’an’dan ayetler okuyarak icra edilen bir ibadettir. Bu ibadet esnasında Kırkların Ceminde Hazreti Muhammed’den kalma semah da dönülerek Hakk’a doğru ruhani bir yolculuğa çıkılmakta, Hak ile hak olmak için turna misali manevi asumana kanat çırpılmaktadır.
Gelelim Hazreti Ali’nin kabri ve türbesi meselesine…
Kimilerine göre mitolojik anlatı olarak nitelense de gerçek Alevi inancında Hazreti Ali’nin şehit oluşu ve Hakk’a yürüyüşü bir don değiştirme olayı şeklinde kabul edilmektedir.
Bu inanışa göre Hazreti Ali ölmüş değildir. Daha doğrusu ölen, Şah – ı merdan, Haydar – ı Kerrar, Kün deyince on sekiz bin alemi var eden, Tanrı’nın zatına yapışıp o olan, veliyyullah denilen ve Pir Sultan’ın, “Lailahe İlla Ali“ dediği sırr’ullah değil onun Ebu Talip Oğlu Ali donudur. Yani ölürse ten ölür canlar ölesi değil anlayışı gereği ölen Hazreti Ali’nin insani kimliğidir. Aslında bu ölüm, Ali donunda beliren sırr’ullah’ın bu dondan çıkması ve başka bir donda tekrar gelmek üzere Hakk’a yürümesidir.
İşte bundan dolayıdır ki, Alevilikte Hazreti Ali’nin kendi cenazesini kendisinin yuduğu / yıkadığı, kendi tabutunu kendisinin taşıdığı, tabutu devesine yüklediği ve devesini kendisinin yederek çöle doğru gidip gözden kaybolduğu inancı vardır. O halde böyle birinin türbesinin olabileceğini düşünmek Alevi inancı ile taban tabana zıttır. Ne var ki, bu inanışı İslam dışı addeden iki kesim vardır: Bir kısım Şii ulema ve Sünni ulema…
Şii ulema bu inanışı gayrı İslamî görür ve mitolojik anlatı olarak niteler ama 12. İmam Muhammed Mehdi’nin yüzyıllar önce bir mağarada sırrolduğu, halen yaşamakta olduğu ve bir gün tekrar zuhur edeceği inancını İslamî kabul eder ve bu inancın mitoloji olarak nitelenmesini ise asla kabul etmez. Oysa bize göre her iki inanış da İslamîdir. Şii ulema birini İslamî diğerini gayrı İslamî görmek suretiyle bize göre büyük bir çelişki içerisindedir.
Ehli Sünnet uleması ise, Hazreti İsa’nın tekrar yer yüzüne ineceğine inanır da Hazreti Ali’nin don değiştirmesine ve İmam Muhammed Mehdi’nin tekrar zuhur edeceğine nedense inanmak istemez.
Ehli Sünnet’e ve Şia’ya göre Hazreti Ali’nin kabrine ilişkin çeşitli rivayetler mevcut olup hiçbiri de bir biriyle uyuşmamaktadır. Bu uyuşmama hali de gerçekte Hazreti Ali’nin bir mezarının olmadığı inancını güçlendirmektedir.
Hazreti Ali’nin kabri ve türbesi konusundaki muhtelif ve bir biriyle çelişik rivayetler kısaca şöyledir:
Bir rivayete göre, Hazreti Ali, Kufe’de sultan sarayı ile mescid arasında bir yere gömülmüştür.
İkinci bir rivayete göre ise, Hazreti Ali Kufe yakınlarında, bu kenti Fırat Irmağının taşkınlarından koruyan setlerin yanında bir yere gömülmüştür. Daha sonra orada Necef kenti gelişmiştir.
Üçüncü bir rivayete göre ise Hazreti Ali, Hazreti Fatıma’nın yanına ( Aslında Hazreti Fatıma’nın da kabri meçhuldür) yani Cennet’ül Baki mezarlığına gömülmüştür.
Dördüncü rivayet ise Hazreti Ali’nin mezarının Kasr’ül İmara civarında olduğu şeklindedir. Buna göre, Necef’teki mezar, gerçekte Hazreti Ali’nin mezarı değil de, İslam’dan önceki devirden kalma mukaddes bir mezardır. Zaten burada Adem ve Nuh’un mezarlarının bulunduğu da söylenmektedir.
Necef’te Hazreti Ali’nin türbesi olarak farzedilen yapı, onun şehadetinden asırlar sonra inşa edilmiştir. Ne ilginçtir ki, Hazreti Ali’nin türbesi olarak farzedilen bir başka bina da bugünkü Kuzey Afganistan, diğer adıyla Güney Türkistan’da Mezar – ı Şerif kentindedir. Rivayete göre Hazreti Ali’nin cenazesi, ehlibeyt karşıtlarının saldırılarından korumak için Türklerce Necef’teki türbeden alınarak Güney Türkistan’a küfürlü içerikürülmüş ve Mezar – ı Şerif’e defnedilmiştir. Bizce bu da hiç gerçekçi değildir.
O halde soralım; bir kimsenin birden çok türbesi nasıl olur? Birileri hemen “makam mezarı” denilen uygulamayı ileri süreceklerdir ancak bu, Hazreti Ali gibi tarihsel kimliği net ve apaçık olan, hayatı neredeyse tüm yönleriyle bilinen bir kimse için söz konusu olamaz. Makam mezarı uygulaması daha ziyade yaşamı net olarak bilinemeyen ve toplumca çok sevilen efsanevi kişiler için söz konusudur.
Hazreti Ali’nin hayatı, şehit oluşu, Hakk’a yürüyüşü ve mezarının mevcut olmayışı net bir biçimde Alevi inancının doğruluğunu ortaya koymakta ve yanıltılmak istenen idraklere gerçeği ilan etmektedir.
Bizce Şah – ı merdan’ın şehit oluşu, Hakk’a yürüyüşü ve sözde mezar yerine ilişkin ortaya atılan bir yığın rivayetin asıl sebebi bir kısım Sünni ve bir kısım Şii ulemanın insanları Alevi inancı konusunda tereddüde düşürme, Aleviliği asimile etme ve Alevileri dönüştürerek Şiileştirme ya da Sünnileştirme amacından başka bir şey değildir.
Mustafa Cemil Kılıç.
İlahiyatçı-Yazar
Bu soru ve bu soruya koşut başkaca birkaç soru, Sünni ve Şii egemen dincilerin hem Aleviliğe ilişkin hem de bütünsel olarak İslam tarihine ilişkin mezhepçi bir bağnazlık ve körlük çukuruna yuvarlanmış olduklarını alenen göstermektedir.
Bu noktada bilerek ya da cehaletle yapılan yanlışları izhar etmek ve uyduruk tezleri geçersiz kılmak için öncelikle şu üç hususu birilerinin yüzüne çarpmak isterim:
Bir; Hz. Ali döneminde cami diye bir ibadethane yoktu!
İki; Hz. Ali’nin yaptığı ibadetin bugün Sünni ve Şiilerin kıldığı namazla ilgisi yoktu!
Üç; Hz. Ali’nin camide ve namaz kılarken öldürüldüğü doğru değildir.
Evet, o dönemde cami diye bir ibadethane yoktu. Nasıl mı?
Şöyle;
O dönemde ibadethanelerin adı “ mescid” idi ki halen Arap dünyasında ibadethanelere “mescid” denmektedir. Nitekim Kur’an’da da İslam ibadethanesi olarak “büyut / evler”le birlikte mescid ifadesi yer almaktadır. Cami sözcüğü genelde ülkemizde, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlarda kullanılmaktadır. Bununla birlikte cami denildiğinde minareli, kubbeli, minber ve mihraplı mekânlar akla gelmektedir. Oysa Hz. Ali’nin döneminde ve o dönemki Irak coğrafyasında bu şekilde ve bu tarz mimari özellikte mekânlar yoktu. Her ne kadar Halife Ömer döneminde Filistin ve Suriye’nin fethiyle Müslümanlar minare ve kubbe gibi mimari yapıları Hıristiyanlardan görmüş olsalar da bu unsurların İslam mabetlerine taşınması çok sonraki dönemlerde, özellikle de Emevîler döneminde gerçekleşmiştir. İslam mabetleri, minaresiz, kubbesiz, minber ve mihrapsız mekânlardı. Bu açıdan bakıldığında son derece mütevazı, sade yani gösterişsiz yapılar olan İslam mabetleri günümüzdeki cem evleriyle büyük ölçüde benzeşen mescidlerdir.
“Hz. Ali camiye gidiyordu, o halde siz de buyurun camiye gelin” demek apaçık bir demagojidir. Bu demagojiye inanıp camiye gitmeyi gerekli görenler çıkar mı bilmem ama eğer çıkarsa yahut böyle kimseler varsa onlar bilsinler ki, bu iddianın hiçbir tarihsel geçerliliği yoktur. Cami isimli yapılar mimari manada Hıristiyan orijinli ve Emevîlerle özdeşleşmiş mekânlar olup bütün Müslümanların ortak ibadethanesi olabilme vasfından son derece uzaktırlar. Bu görüşümüzün yanlış anlaşılmasını asla istemeyiz. Zira bize göre her ibadethane değerli ve saygındır. Bu bağlamda camiler de değerli ve saygın mekânlardır. Ancak cami üzerinden cem evlerini ve Aleviliği itibarsızlaştırma ya da İslam tarihi dışına atma çalışması ve çarpıtmasına karşı bir nevi “nefsi müdafaa” yapma hakkımız gereği bu satırları yazma zorunluluğu hasıl olmaktadır.
Cem evleri bir İslam mabedi olarak hem Kur’an kaynaklıdır, hem de nebevi sünnete dayanmaktadır. Nur Suresi 35 ve 36. ayetlerde açıkça ibadet edilen evlerden yani günümüz diliyle söylersek cem evlerinden bahsedilmektedir.
Öte yandan mescid sözü de semantik / anlambilimsel açıdan cem evi ile örtüşmektedir. Şöyle ki; mescid, secde edilen yer demektedir. Cem evleri de secde edilen yerlerdir. Yani cem evleri de bir nevi mesciddir. Nitekim Medine’de Hz. Peygamber ve ilk Müslümanlarca yapılan Mescid – i Nebi de o dönemin cem evidir.
O halde Hazreti Ali ibadet etmek için camiye değil mescide yani Türkçesini söylersek Cem evine gidiyordu. Hazreti Ali’yi camiye sokmak, gerçek dışı bir tarih inşasından başka bir şey değildir.
Açıkça ifade etmek zorundayım: Bugünün cem evleri Hz. Muhammed dönemindeki mescidlerdir. Bu hem mimari olarak böyledir hem de fonksiyon itibariyle böyledir. Mimari manadaki benzerliği hatta özdeşliği yukarıda dile getirmiştik. Fonksiyon itibariyle olan benzerlik yahut özdeşlik ise şöyledir:
Peygamberimizin dönemindeki mescidler / mabedler toplumsal yaşamın merkezi idiler. Orada törensel anlamda Tanrı’ya yakarmanın dışında sosyal hayatın neredeyse tüm unsurları yer bulmaktaydı. Hukuki, ahlaki, ticari, sportif konular ve hatta eğlence vb. etkinlikler bile mescidlerin işlevleri arasındaydı. O halde soralım; bugünün camilerinde bu saydıklarımızın hangisi var? Ne acı ki, artık camilerde namaz adı verilen ritüellerden başka neredeyse hiçbir şey yapılmamaktadır.
Peki ya cem evleri?
Cem evlerinde hem Tanrı’ya yakarılmakta hem de pek çok kültürel ve sosyal etkinlik icra edilmektedir. Egemen din anlayışının ve onun emrindeki devletin tüm engellemelerine rağmen cem evlerinde ibadet ve sosyokültürel etkinliklerin dışında dedelerin kılavuzluğuyla bir kısım hukuki meseleler de halledilmekte, dargınlar barıştırılmakta, haksızlığa uğrayanların mağduriyetleri giderilmeye çalışılmakta ve dayanışma içerisinde toplumsal barışın güçlendirilmesine uğraş verilmektedir. Müzik ve enstrüman kursları, paneller, konferanslar, sergiler düzenlenmektedir.
O halde vicdan sahibi olan herkese bir kez daha soralım:
Cem evlerine ibadethane değil demek insafla, izanla, vicdanla ve İslam’la izah edilebilir mi?
Gelelim namaz meselesine…
Hazreti Ali, bugün Sünni ve Şii Müslümanların kıldığı gibi mi namaz kılıyordu?
Hazreti Ali, namaz kılarken mi öldürüldü?
Öncelikle şunu ifade edelim ki, Alevi inancına göre Hazreti Ali ölmüş değildir. O şehit olmuş ve Hakk’a yürümüştür.
Bir kısım Sünni ve Şii çevreler Alevileri namaza ve camiye çekebilmek için, “Hazreti Ali camide namaz kılarken şehit edildi; o bir cami ve namaz şehididir.” demektedirler. Oysa gerçek onların ileri sürdüğü gibi değildir.
Hazreti Ali, Hicretin 40. yılı Ramazan ayının 19. gününün sabahı evinden çıkıp 8 adım atmışken Abdurrahman İbn Mülcem adındaki bir Haricinin zehirli kılıcı ile yaptığı saldırı sonucu yaralanmış, 3 gün boyunca yaralı olarak yatağında yatmış, bu sırada zehir vücuduna yayılmış ve 3. gün yani Ramazanın 21. günü “Kabe’nin rabbi olan Allah’a hamdolsun ki kurtuldum!” diyerek Hakk’a yürümüştür.
Anlaşılacağı üzere Hazreti Ali, saldırıya uğradığında o sırada henüz mevcut olmayan bir camide bulunuyor değildi ve yine ibadet esnasında iken de bir saldırı ile karşılaşmış değildi.
Peki ya Hazreti Ali nasıl ibadet ediyordu?
İslam dininde adına “salat” denilen bir ibadet biçimi vardır. Bu ibadetin unsurları; kıyam yani ayakta durmak, rüku yani öne doğru eğilmek, secde yani yere kapanmak, ka’de yani oturmak, kıraat yani tüm bunları yaparken kur’an’dan ayetler okumaktır.
İşte Hazreti Ali böyle ibadet ediyordu. Hazreti Muhammed de böyle ibadet ediyordu. Bu şekilde ibadet etmek bugün Alevi canlar tarafından da cem ibadeti adı verilen dini törenlerde aynı biçimde sürdürülmekte yani Aleviler Hazreti Muhammed’in ve Hazreti Ali’nin ibadet ettiği gibi ibadet etmektedirler. Cem ibadeti; dara durarak, tecella ve temana ederek, secde ederek, oturarak ve bu bunları yaparken de Kur’an’dan ayetler okuyarak icra edilen bir ibadettir. Bu ibadet esnasında Kırkların Ceminde Hazreti Muhammed’den kalma semah da dönülerek Hakk’a doğru ruhani bir yolculuğa çıkılmakta, Hak ile hak olmak için turna misali manevi asumana kanat çırpılmaktadır.
Gelelim Hazreti Ali’nin kabri ve türbesi meselesine…
Kimilerine göre mitolojik anlatı olarak nitelense de gerçek Alevi inancında Hazreti Ali’nin şehit oluşu ve Hakk’a yürüyüşü bir don değiştirme olayı şeklinde kabul edilmektedir.
Bu inanışa göre Hazreti Ali ölmüş değildir. Daha doğrusu ölen, Şah – ı merdan, Haydar – ı Kerrar, Kün deyince on sekiz bin alemi var eden, Tanrı’nın zatına yapışıp o olan, veliyyullah denilen ve Pir Sultan’ın, “Lailahe İlla Ali“ dediği sırr’ullah değil onun Ebu Talip Oğlu Ali donudur. Yani ölürse ten ölür canlar ölesi değil anlayışı gereği ölen Hazreti Ali’nin insani kimliğidir. Aslında bu ölüm, Ali donunda beliren sırr’ullah’ın bu dondan çıkması ve başka bir donda tekrar gelmek üzere Hakk’a yürümesidir.
İşte bundan dolayıdır ki, Alevilikte Hazreti Ali’nin kendi cenazesini kendisinin yuduğu / yıkadığı, kendi tabutunu kendisinin taşıdığı, tabutu devesine yüklediği ve devesini kendisinin yederek çöle doğru gidip gözden kaybolduğu inancı vardır. O halde böyle birinin türbesinin olabileceğini düşünmek Alevi inancı ile taban tabana zıttır. Ne var ki, bu inanışı İslam dışı addeden iki kesim vardır: Bir kısım Şii ulema ve Sünni ulema…
Şii ulema bu inanışı gayrı İslamî görür ve mitolojik anlatı olarak niteler ama 12. İmam Muhammed Mehdi’nin yüzyıllar önce bir mağarada sırrolduğu, halen yaşamakta olduğu ve bir gün tekrar zuhur edeceği inancını İslamî kabul eder ve bu inancın mitoloji olarak nitelenmesini ise asla kabul etmez. Oysa bize göre her iki inanış da İslamîdir. Şii ulema birini İslamî diğerini gayrı İslamî görmek suretiyle bize göre büyük bir çelişki içerisindedir.
Ehli Sünnet uleması ise, Hazreti İsa’nın tekrar yer yüzüne ineceğine inanır da Hazreti Ali’nin don değiştirmesine ve İmam Muhammed Mehdi’nin tekrar zuhur edeceğine nedense inanmak istemez.
Ehli Sünnet’e ve Şia’ya göre Hazreti Ali’nin kabrine ilişkin çeşitli rivayetler mevcut olup hiçbiri de bir biriyle uyuşmamaktadır. Bu uyuşmama hali de gerçekte Hazreti Ali’nin bir mezarının olmadığı inancını güçlendirmektedir.
Hazreti Ali’nin kabri ve türbesi konusundaki muhtelif ve bir biriyle çelişik rivayetler kısaca şöyledir:
Bir rivayete göre, Hazreti Ali, Kufe’de sultan sarayı ile mescid arasında bir yere gömülmüştür.
İkinci bir rivayete göre ise, Hazreti Ali Kufe yakınlarında, bu kenti Fırat Irmağının taşkınlarından koruyan setlerin yanında bir yere gömülmüştür. Daha sonra orada Necef kenti gelişmiştir.
Üçüncü bir rivayete göre ise Hazreti Ali, Hazreti Fatıma’nın yanına ( Aslında Hazreti Fatıma’nın da kabri meçhuldür) yani Cennet’ül Baki mezarlığına gömülmüştür.
Dördüncü rivayet ise Hazreti Ali’nin mezarının Kasr’ül İmara civarında olduğu şeklindedir. Buna göre, Necef’teki mezar, gerçekte Hazreti Ali’nin mezarı değil de, İslam’dan önceki devirden kalma mukaddes bir mezardır. Zaten burada Adem ve Nuh’un mezarlarının bulunduğu da söylenmektedir.
Necef’te Hazreti Ali’nin türbesi olarak farzedilen yapı, onun şehadetinden asırlar sonra inşa edilmiştir. Ne ilginçtir ki, Hazreti Ali’nin türbesi olarak farzedilen bir başka bina da bugünkü Kuzey Afganistan, diğer adıyla Güney Türkistan’da Mezar – ı Şerif kentindedir. Rivayete göre Hazreti Ali’nin cenazesi, ehlibeyt karşıtlarının saldırılarından korumak için Türklerce Necef’teki türbeden alınarak Güney Türkistan’a küfürlü içerikürülmüş ve Mezar – ı Şerif’e defnedilmiştir. Bizce bu da hiç gerçekçi değildir.
O halde soralım; bir kimsenin birden çok türbesi nasıl olur? Birileri hemen “makam mezarı” denilen uygulamayı ileri süreceklerdir ancak bu, Hazreti Ali gibi tarihsel kimliği net ve apaçık olan, hayatı neredeyse tüm yönleriyle bilinen bir kimse için söz konusu olamaz. Makam mezarı uygulaması daha ziyade yaşamı net olarak bilinemeyen ve toplumca çok sevilen efsanevi kişiler için söz konusudur.
Hazreti Ali’nin hayatı, şehit oluşu, Hakk’a yürüyüşü ve mezarının mevcut olmayışı net bir biçimde Alevi inancının doğruluğunu ortaya koymakta ve yanıltılmak istenen idraklere gerçeği ilan etmektedir.
Bizce Şah – ı merdan’ın şehit oluşu, Hakk’a yürüyüşü ve sözde mezar yerine ilişkin ortaya atılan bir yığın rivayetin asıl sebebi bir kısım Sünni ve bir kısım Şii ulemanın insanları Alevi inancı konusunda tereddüde düşürme, Aleviliği asimile etme ve Alevileri dönüştürerek Şiileştirme ya da Sünnileştirme amacından başka bir şey değildir.
Mustafa Cemil Kılıç.
İlahiyatçı-Yazar