01-02-2014, 02:44 AM
Aleviliği anlamak ve tanımlamak Alevi tarihini doğru kavramaktan ve bu güne kadar yapılan yanlışlardan arındırılmasıyla mümkündür. Genel olarak tarih özel olarak da Alevi tarihi konusundaki farklı yaklaşımlarla tarih bilinci yok edilirken Alevileri ve Alevi gerçeğini anlamak son derece zorlaşmıştır.
Tarih genel olarak zor bir alan olarak bilinir. Bu kanı yersiz değildir. Tarihten söz edildiği her seferinde akla ilk gelen; can sıkıcı ezber, bir sürü söylemi zor ismin bilinmesi ve tarihlerin akılda tutulmasıdır.
Bu kadarla kalmıyor zorluklar: Sabırla bu zorluğu aşsanız bile, bu sefer de karşınıza var olan kaynaklara ulaşma sorunu çıkar. Alevilerin tarihi açısından konuya baktığımızda ise, daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalırız. Çünkü Alevilerin büyük tarihi sözlü bir tarihtir ve bu da masallar, öyküler ve söylencelerle iç içe bir tarih anlatımı olarak karşımıza çıkar.
Dinlerin, inançların kendi tarihini yazma tekniği ile modern tarihin yazımı ve aktarımı, aşılması en zor engellerden biridir. Bu iki farklı tarih anlatımı ve/veya yazımının nerede bir birine yardımcı olacağı ve nereye kadar biri için diğerinden yararlanılacağını iyi bilmek gerekiyor. Bu iki tarih anlayışı bir birini bütünlemez. Birinden hareketle diğerini doğrulama şansınız yoktur. Çoğunlukla bir biri ile çelişen bir birini reddeden, yalanlayan anlatımlarla karşılaşmak olasıdır. Her iki tarih anlayışının ele aldığı, anlattığı hiçbir olaydan aynı sonucu çıkartmak mümkün değildir. Olayın kendisi aynı kalmakla birlikte yorumlar ve varılan sonuç aynı değildir. Dinlerin, inançların tarihi daha çok söylenceler ile iç içe geçmiş bir tarih anlayışıdır. Bu tarih anlayışı, sınanmış bilgiyi değil “inanmayı” öne çıkaran anlayışa sahiptir. Modern tarih ise kanıt, belge üzerine inşa edilmiş, bilmeyi ve anlamayı öne alan bir anlayışı yeğler.
Kısaca özetleyecek olursak: Dinlerin inançların tarihi metafizik bir tarih anlayışı iken, modern tarih, kanıtlara belgelere dayanan bilimsel bir tarih olmak zorundadır. Ancak burada bir parantez açıp modern tarihin din konusunda gerektiği kadar objektif olamadığını da belirtmek durumundayız. Din söz konusu olduğunda birçok alanda bilimden vazgeçildiği gibi tarih konusunda da bilimden vazgeçmek sıkça rastlanan bir durumdur. Bazen halkın dini duygularını rencide etmemek adına, bazen resmi görüşlere yakın duruma adına bilimden uzaklaşma yaşanır. Bu yüzden İslamiyet üzerine yazılmış, modernlik, bilimsellik iddiasında olan birçok tarih kitabı, ne yazık ki bu savlarının yanından dahi geçmeyecek durumdadırlar. Aynı şey, Alevi tarih yazımı için de geçerlidir.
Tarih inançlarımızın doğruluğunu, güzelliğini ispatlamak için kullanabileceğimiz bir araç değil, geçmişin bilinmesi, geçmişte yaşanmış gerçeğin öğrenilmesini sağlayan bir bilim dalıdır. Geçmişin bilinmesi bu günü anlamada birçok açıdan faydalı olurken geleceği buna göre şekillendirme olanağı bize vererek tarihi anlımı ve gerekli kılar.
Yukarıda sıraladığımız bütün bu zorlukların ışığında Alevi tarihine dönüp baktığımızda, Aleviliğin büyük tarihinin yazılı kaynağının son derece sınırlı olduğunu görüyoruz. Elde bulunan tüm kaynaklar tartışmalı kaynaklardır. Alevilerin inançları nasıl sözlü bir sürekle bize kadar ulaşmışsa, tarihi de aynı şekilde sözel bir sürek izler ve bize kadar gelir. Hatta Alevi inancı ile tarihi iç içedir ve tarih genellikle inançların anlatımının bir biçimi olarak kullanılmıştır. Doğal olarak bu tarih yazım biçimi, birçok insanın kafasının karışmasının da asıl nedenidir.
Haklı olarak bu kafa karışıklığına işaret eden bazı araştırmacıların (Alisiz Alevilik, Faik Bulut, Alevilerde Kafa Karışıklığı, İsmail Beşikçi) çalışmalarına tepki olarak Alevi yazarlarda karşı atağa geçip kendi görüşlerini açıkladılar. Tartışma sonunda gelip, Aleviliğin İslam içinde olup olmamasında düğümlendi. Bazı Alevi yazarlar, Alevi tarihinde ve modern Arap tarihinde sözü edilen Ali’nin aynı kişi olduğunu varsayarak Aleviliğin bu bağla İslam içinde görülmesinin kolaycılığına kaçtılar. Bu İslam’ın hangi İslam olduğunun açıklanması, bunun Sünni, Şii İslam ile hangi noktalarda kesiştiğini ve ayrıldığının gösterilmesi zahmetine girmediler.
Bu kalemler, Alevilik İslam dairesi içindedir derken “hangi İslam” sorusunu atlayarak daha çok popülizm (ucuz halkçılık) yapmakla yetindiler. Alevilerin kendilerini İslam içinde gören söylemini kendilerine dayanak yaptılar. İlk bakışta son derece haklı gibi gözüken Aleviliğin İslam içinde olduğu tezi, Alevi tarihinin var ettiği mitleştirilmiş Ali’yi Arap İslam tarihinin yazdığı Ali’ye tercih etmektir. Bu da Aleviliği son derece daraltan ve Aleviliğin temel inanışları ile çelişmekten öte Alevliğin sonunu hazırlayan bir yaklaşımdır.
Aslında bu yaklaşımların hepsi, Alevilik üzerine kabaca önceden belirlenmiş öngörülere uydurulmaya çalışılmasıdır. Hangi amaçlarla yapıldığı bir yana, sonuçta yapılan, Aleviliği tanımlamaktan ve anlamaktan uzaktır. Aleviliğin sözlü tarihinin hiç bir yeri İslam Arap tarihi ile örtüşmez. Alevi tarih yazımını Arap İslam tarihi ile değiştirdiğinizde, elde edilen sonuç Aleviliğin bitişi olur.
Alevi tarih yazımı, bildiğimiz tarih ile hiç bir şekilde benzerlik göstermez. O belgelere dayanan kanıtlar gösteren bir tarih anlayışı değildir. Bu tarih yazımında zaman ve mekân pek dikkate alınmaz. Bu salt Aleviliğin tarih yazımı için geçerli olan bir olgu değildir. Genelde bütün inançların ve dinlerin tarih yazımı böyledir.
Örneğin modern tarihin tespit edemediği İsa, Hıristiyan tarihi açısından tartışılmaz yaşamış biridir. Modern tarihin bir ipucu bile bulamadığı İsa hakkında oluşturulan tarih, kültür ve inançlar anımsandığında bu şaşırtıcı gelebilir. Ancak bu durum salt tarih açısından böyle değildir. Diğer bilim dalları açısından baktığımızda da pek farklı bir manzara ile karşılaşmayız. Örneğin Meryem’in bakire olarak hamile kalması, Kadıncık Ananın (Hacı Bektaşi Veli’nin eşi) burun kanı ile hamile kalması gibi inanışların, bilim açısından kabul edilebilecek yanı yoktur…
Kızıl Denizin bir asa vurulmasıyla ikiye ayrılması, ayın ikiye ayılması, ölülerin diriltilmesi veya körlerin görmesini sağlama gibi mucizelerin hangisi bilim açısından kabul edilebilir. Bütün bunların bilim açısından değeri olup olmadığını tartışmak bile anlamsız olur. İnancın her konuda olduğu gibi tarihe yaklaşımı ve tarih anlayışı da metafiziktir. Burada mantık, bilimsellik aramak anlamsız olur. Bu basit gerçek, dinler tarihi, dinlerin kendi tarihini yazması açısından bir sakınca içermediği gibi, bir eksiklik de değildir.
Aleviliğin tarihine dönecek olursak işin bir başka zorluğu ile karşılaşıyoruz. Alevi inancı içinde oldukça önemli bir yer tutan olaylar/kişiler Arap İslam tarihinde yer aldığından, farklı anlatılırlar. Kısmi benzerlikler olmakla birlikte sanki adlar ve mekân benzerliği dışında farklı olaylardan ve kişilerden söz edilmektedir. Bu tam da Arap İslam tarih yazımı ile Alevilerin tarih yazımının bir birine teğet geçmesi durumudur.
Alevi inancı içinde ayrıcalıklı bir yeri olan Ali ve ailesi, Arap İslam tarihi içinde karşılaştığımız Ali ile örtüşmemekte. Alevilerin Ali üzerine anlattıkları ile yaşayan ve halifelik yapan Ali sanki bir ve aynı kişi değildir. Alevi tarihinin bize anlattığı Ali daha çok “Ali’nin Cenkleri” kitapçıklarında okuduğumuz ejderhalarla savaşan, kötüleri yok eden Ali’dir. Bu da Arap İslam tarihinde yaşayan bildiğimiz Halife Ali ile hiçbir şekilde örtüşmez.
Alevi tarihinin anlattığı Allahın aslanı olan Ali, Hera tarafından Eurystheus hizmetine verilen on iki görevi yerine getirmek zorunda bırakılan, Zeus’un oğlu, doğaya kafa tutan insan gücünün simgesi, insanlaştırılan tanrılara karşı, tanrılaştırılan bir ölümlü olan Herkü’e (Herakles) benzer.
Arap İslam tarihi ile Alevi tarihinin anlattığı Ali arasındaki bazı benzerlikler tarih bilgisi okul ders kitapları olan her Alevi için çözülmesi zor bir paradoks gibidir. Örneğin Alevilerin anlatımlarında Ali’yi Anadolu da görürüz. Anadolu’da onlarca yerde Ali’nin atı Düldül’ün ayak izi olduğu, kılıcıyla kayaları yarıp geçitler oluşturulduğuna inanılır. Ancak az da olsa tarih bilgisi olan biri çok iyi bilir ki Halife Ali bütün yaşamı boyunca Anadolu’ya hiç gelmemiştir. Ancak buna karşın “Ali’nin Cenkleri’ kitaplarından bildiğimiz Ali ise defalarca Anadolu’ya gelmiş Kaf dağına gitmiştir…
Bu farklı anlatımların ve tarih anlayışının temelinde yatan, Arap İslam tarihi ile Alevi tarihinin birbirine teğet geçmesinden başka bir şey değildir. Her ikisi de aynı kişiden ve yaşadıklarından söz ederken, anlatılanlar ve bu anlatılanlardan çıkan sonuçlar aynı değildir.
İslam Arap tarihine bakıldığında Ali Muhammet’in yeğeni, sonra damadı ve 4. Halifedir. Yine aynı tarihe göre, aynı inanç geleneğinin sürdürücüsü ve devamıdır. İktidar mücadelesi bağlamında her zaman aynı fikirde olmamış olmakla birlikte kendisinden önceki halifelerle aynı inanç ve inancın pratikleri konusunda çelişkili uygulamalarına rastlanmaz.
Alevilerin tarih yazımı da mı böyle görüyor?
Bu sorunun cevabı hem “Evet” hem de “Hayır” olarak verilebilir. Aleviler bu anlatımın bazı noktalarına katılırlar. Örneğin; Muhammet’in yeğeni, damadı olması ve 4. Halife olması noktasında bir farklılıkları yoktur. Ancak dikkatle bakılırsa bu noktaların hiç biri inancın içeriği ile ilgili noktalar değildir. İnancın içeriğini anlatan ve inancı tanımlamada doğrudan etkisi olacak konular söz konusu olduğunda farklılıklar da baş göstermekte. Alevilerin tarihinin anlattığı Ali Muhammet ve diğer üç halifenin inanç ve ibadet pratiklerini sürdüren olarak gözükmez. Aksine o aşağıda göstereceğimiz gibi Kırklar Ceninin Piri, Şahmerdanıdır.
Bu noktada Sünni İslam’dan kopan Aleviler, Şii İslam ile yakınlaşır gibi gözükürler. Ancak bu yakınlaşma tarih anlatımının belli duraksamalarındaki bir yakınlaşmadan öteye geçmez. İbadet pratikleri söz konusu olduğunda onlardan da koparlar. Bu anlamda bütün İslam dünyası içinde inanç pratikleri bağlamında Alevilerle bir benzerlik içinde olan bir İslami toplulukta yoktur.
Ancak yeniden tarih konusuna dönersek bu farklı anlatımlarla teğet geçme birinin yanlış diğerinin doğru olduğu gibi bir düşünceyi kafamızda şekillenebilir. Bunun nedeni de dinlerin, inançların tarihi ile modern tarih anlayışının bir birinden farklı olabileceği gerçeğini görmemekten kaynaklanmaktadır. Burada birini doğru diğerini yanlış veya değiştirilmiş bozulmuş göstermek pek anlamlı olmaz. Bu hatayı yaptığımızda ikisinden birini seçmek durumunda kalırız ki bu da birinden yana diğerini reddetmek noktasına kadar ulaştığında en büyük hatalardan birini yapmış oluruz. Bazı Sünni aydınların ulu orta “Alevilik Ali severlikse biz daha çok Aleviyiz” demelerinin altında yatan mantık da buradan kaynaklanmakta. Bu mantık Arap İslam tarihini temel alarak ve Aleviliği Ali severliğe indirgeyerek, Halife Ali’nin inanış ve inanış pratikleri konusunda aynı gelenekte oldukları için kendilerinin daha çok Alevi olduğunu söyleyebilmelerini sağlıyor.
Bu Alevi tarih anlayışı ve yazımından bihaber olmak ve Alevi tarihini küçümsemek ve yok saymaktır. Bu yaklaşım biçimi gerçeğin aranmasını, ortaya çıkarılmasını amaçlayan bilimsel rasyonel bir yaklaşım değil, siyasi, ideolojik bir yaklaşımdır.
Alevi tarih yazımı yaşanan olayların gerçeğini bize vermez. Başka bir söylemle Alevi tarihinden hareketle İslam tarihini bilmek ve 1400 sene önce nelerin yaşandığını gerçek anlamda bilme, anlama şansımız yoktur. Aynı Alevi tarihi, daha yakın bir tarih olan bazı olayları ve kişileri bilme şansı da bize vermez. Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan kimdir bilmemiz olanaksızdır bu tarihten. Bırakalım modern tarihi, Evlaya Çelebinin tarih yazımında olan açıklık bile söz konusu değildir bu tarihte. Alevi tarihi olayları/kişileri yaşandığı gerçekliği ile bilinmesini amaçlamaz. Bu tarih yazımından hareketle, yaşanmış gerçeklere ulaşılmaz. Ama bu tarih yazımı, Alevi inanç gerçeğini içinde saklar ve ona ulaşmayı olanaklı kılar. Asıl amacı ve işlevi de budur.
Alevi tarihi anlattığı olayların gerçek olup olmadığına bakmaz. Bakmak zorunda da değildir. Bu her din içinde geçerlidir. Dinler inançlar, inançlarını ve inanç pratiklerini doğrulayacak her tür malzemeyi kullanırlar. Zaman ve mekân gibi kavramlar bile burada pek önemli olmaz. Böyle olmasa Pir Sultan Abdal kendisinden üç yüz yıl önce yaşayan Hünkâr’dan nasıl el alır, Hünkâr ona nasıl dolu sunar.
Her okuduğunu sözcüklerin yalın anlamlarıyla anlamaya yatkın biri için bu kolay anlaşılır bir şey değildir. Örneğin: Pir Sultan Abdal’ın Hünkâr’ın elinden dolu almasını aynı dönemde yaşandıkları şeklinde anlamak mümkündür. Ancak burada anlatılmak istenen bu değildir. Bu imgesel anlatım kısa ve öz söylemiyle; Pir Sultan Abdal’ın Hünkâr ile aynı geleneğin ve yolun sürdüreni olduğunu ifade etmekten başka bir anlam içermez.
Bunun gibi onlarca örnek bulmak, sıralamak mümkündür. Kaldı ki bu salt tarih anlatımında karşılaştığımız bir durum da değildir. Aleviler, bunu inançlarının unsurları içinde yapar. Örneğim her Alevi Kuranı kutsal kabul eder ve “Başımız Kuran’a bağlı” diyerek bu kabul edişi pekiştirir. Kuran okuyan, okumasını bilen pek olmadığı halde genelde her Alevinin evinde duvara asılı bir Kuran bulmak mümkündür. Ancak her şey bununla sınırlı kalır. Kuran üzerine derinleştirilen her söyleşi, Kuran’daki emir ve yasaklara neden uyulmadığı sorusu ile birleşince mevcut Kuran’ın değiştirildiği savına sarılırlar ve sonra söylenenlerin, başta söylenenlerle taban tabana zıtlığına da tanık olabiliriz.
Bu yaklaşış biçimi salt Kuran ile sınırlı değildir. Aleviler her İslami simge veya uygulama için aynı yaklaşımı sergiler ve aynı dili kullanırlar. Bu kendine özgü bir dil ve yaklaşımdır. İlk bakışta kendi içinde bir çelişkiyi yansıttığı hemen beli olan bu yaklaşım ve/veya anlatım Alevilerin kendilerini korumak için geliştirdiği kesindir.
Zaman içinde oluşan bu dilin oluşumunu zorunlu kılan koşullardan kopartılarak ele alınması bizi birçok noktada Aleviler üzerine hata yapmaya küfürlü içerikürebilir.
Nitekim öyle de olmakta.
Bu hatalardan ilki belki konumuz açısından da en önemli olanı, Alevilerin İslam ile olan bağı ve ilişkisi üzerine olandır. Çoğu zaman bu anlatım ve yaklaşış biçimi temel alınarak kolaycı yoldan Alevilerin İslam içinde olduğu söylenmektedir. Hem de bu söylemin, geliştirilen bu dil ile anlatılanların kendi kendisi ile çeliştiği bilindiği halde. Bu çelişkilerin nedenleri sorgulanmadan, kestirme yoldan Alevilerin İslam içinde olduğunu söylemek son derece düşündürücüdür…
Kullanılan bu dilin ve yaklaşımın çıkış nedenleri yadsındığında, Alevilerin tarih içinde yaşadıkları acılar, kıyımlar kolaylıkla gözden kaçırılabilir. Oysa bütün bu takkenin çıkış nedeni, bir halkın kendisini koruma içgüdüsü ile oluşmuştur. “Namaz da bizim, oruç da bizim” diyen Alevi, hiçbir zaman oruç tutan olmadığı gibi namaz da kılmaz. Bütün bunların tesadüfî çelişkiler yumağı olduğunu düşünmek sanırız saçma olur. Ya da bu çelişkilerin asıl nedeni cahilliktir de deyemeyiz. İnançlar konusunda hiçbir halk veya toplum cahil olamaz. Her topluluk kendi inançlarını iyi bilir. Bunun için bir diploma sahibi olması gerekmez…
Ancak şu kesindir: Aleviler İslam’ı son derece sınırlı bilmektedirler. Bütün bilgileri de ikinci elden aktarmalarla olmuştur. Bu yetersizlik İslam üzerine konuşmayı kolaylaştırdığı gibi mevcut çelişkileri görmelerini ve anlamalarını da imkânsız kılmıştır…
Bu İslam’ı sınırlı bilgi bazen şaşırtıcı noktalara kadar varmakta ve “Biz İslam’ın özüyüz” söylemine kadar varabilmekte. Kuran’ın lafzını dahi bilmekten uzak bir İslam bilgisi ile nasıl gerçek İslam olunuyor, bunu anlamak son derece zordur.
Bu sava temel olan da farklı İslam yorumlarının olması ve Alevilerin yorumunun da gerçek yorumu olduğudur. Ama ne gariptir ki ortada bir Alevi İslam yorumu yoktur. Alevilerin elbette İslam üzerine söyledikleri bir şeyleri var. Ancak bütün söylenenler ve ortaya konanların tümü bir sistematik yorum olmaktan çok uzaktır. Örneğin Şiilik ve Hanefiliğin ortaya koyduğu yorumlarla kıyaslandığında, Alevilerin İslam üzerine söyledikleri, bir yorum olmaktan çok uzaktır.
İslam ile aynı coğrafyada yaşamak ve kimsi bazı benzerlikler dışında her hangi bir ilişkisi olmayan bir inancın İslam üzerine bir yorumunun olmaması anlaşılır bir şeydir. Bu yüzden olmayan bir Alevi İslam yorumu aramak, yoktan bir Alevi İslam yorumu oluşturmaya çalışmak yerine yaşayan Alevilik içinde Alevi gerçeği aranmalıdır. Bu yapılabilecek en doğru ve Aleviler için en hayırlı olacak olandır…
Alevilerin İslam ile ilişkisi yukarıda belirtildiği gibi İslam peygamberi Muhammet’in ölümü sonrası başlayan iktidar kavgası olarak gösterilir. Bu mücadelede Ali’den yana olanların, Ali severlerin, Alevi olarak adlandırıldığı ve bu tavır alışın Aleviliği şekillendirdiği ileri sürülür.
Bu düşüncenin temelinde, İslam içindeki bölünmelerin hemen hepsinin dayandırıldığı noktanın Muhammet’in ölümünden sonra şekillenen iktidar mücadelesi olmasındandır. İslam içindeki bütün bölünmelerin nedeni ve başlıca sebebi olan bu iktidar kavgası, İslam içinde oldukları öngörüsünden hareketle, Aleviliğinde bu iktidar mücadelesi ile ortaya çıktığı ve şekillendirdiği düşünülmekte. Böylece Aleviliğin oluşumuna ve ortaya çıkışına kestirme bir yanıt bulunduğunu sanıldığı noktada, açıklaması son derece zor sorularla da baş başa kalınır.
Alevilerin bu iktidar kavgasında söylediklerine ve aldıkları tavra gelmeden önce Aleviler arasında bilinmeyen bazı tarihsel gerçekleri de aktarmakta yarar var. Kimin ilk halife olacağı tartışması bir yana ilk üç halife döneminde İslam Arap Yarım Adasından bütün Ön Asya, doğuda Hindistan içlerine kadar uzanırken batıda Kuzey Afrika da yürüyüşünü sürdürmekteydi. Emeviler döneminde Cebeli Tarık boğazı geçilerek İslam İspanya’ya geçecek ve bir dünya dini olmaya başlayacaktır. Bu gelişmeler ilk üç halife ile başlamıştır. 4. Halife Ali kendi döneminde daha çok iç karışıklar ve savaşlarla meşgul olmuş ama bu gelişmenin de bir sürdüreni oluş olduğu kesindir. Bu anlamda İslam'ın yayılması ve coğrafi genişlemesine sınırlı da olsa katkıda bulunmuştur. Burada görülmesini istediğimiz 4. Halife Ali her alanda kendisinden önceki halifelerle aynı çizginin üzerinde buluşur. Bu buluşma iktidar kavgasının farklı tarafı olsa da İslam’ın siyasal hedefleri ve inanç pratiklerini kapsar.
Alevilerin İslam tarihi ve İslam hakkındaki genel bilgilenmesinin çok yetersiz olduğunun göstergesi olan bir başka konu da İslam’ın değişik yorumları arasındaki mevcut yorumların çokta bir birinde uzak durmadıklarıdır. Her şeyden önce İslam ibadet pratikleri konusunda bir birlerinden pek uzak değillerdir. İslam içindeki en köklü, uçlardaki bölünme olarak bilinen Sünni İslam ile Şii İslam arasındaki tüm farklıklara rağmen ibadet pratikleri konusunda bir farklıkları olmadığı da bilinir. İlk halifenin Muhammet’in vasiyeti gereği İmam Ali olması gerektiğini söyleyen Şii İslam, İslam ibadet pratikleri konusunda Sünni İslam ile pek de farklılık göstermez.
Bu noktada Alevilere dönersek, Muhammet’in ölümünden sonra başlayan iktidar kavgası ve daha sonra Muaviye ve Ali arasındaki savaşlar, Ehli Beyit’in başına gelenler, Kerbela olayı, Alevi tarihi içinde çok sözü geçen olaylardır. Bütün bu ve diğer birçok olay, Alevilerin sözlü tarihi içinde kendine oldukça geniş bir yer bulur. Alevi edebiyatı ve özelikle Alevi şiirinin temel unsuru buradan kaynağını alır.
Aleviler bu olayı değerlendirerek, İslam ile ilişkilerini belirlerken bu belirlemenin Şii ve Sünni ayrımından farklılıklar gösterdiği unutulmamalıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi Şiiler ile Sünniler arasında İslam’ın ibadet pratikleri konusunda neredeyse bir ayrılık yok gibidir. Ayrılığın sebebi, ilk halifenin kim olacağı noktasındaki çıkan tartışma olarak öne çıkar. Kuşkusuz bu ayrılığın asıl sebebi değildir. Yukarıda yaptığımız bir tespiti yenileyerek söyleyecek olursak; Geçmişin bu iktidar mücadelesini değerlendiriş biçimi ve bir taraf olma, tek başına bir inancın ortaya çıkması için yeterli olmaz. Bu değerlendirme ve taraf oluşla, bir inanç şekillenip toplumsal yaşamı örgütleme düzeyine gelemez.
Alevilerin Şii ve Sünni yorumdan ayrılmaları, diğer ikisinin bir birinden farklığından ve ayrılığından daha farklı ve temele ilişkin bir ayrılıktır. İslam tarihinin belli olaylarına bakış, yakalaşış ve taraf olmanın ötesinde, bu tarihin yazımı konusunda oldukça farklı ve kendine özgü bir söylemi vardır. Bu söylem bazı noktalarda Şii yorumla çakışır, ancak bu sadece görünümdeki bir benzerlikten öteye gitmez. İslam dininin öngördüğü pratikler konusunda ise tamamen farklıdır ve diğer ikisi ile asla bir noktada buluşmaz.
Bundan dolayı Arap İslam tarihinden kalkarak Alevilerin tarihini anlatmak bizce pek de doğru gözükmemekte. Aynı şeyi Şiirlerin tarih yazımı ve anlayışı ile de yapamayız. Alevilerin ilk halifenin Ali olması noktasında söyledikleri, Şii İslam görüşe benzer ve neredeyse aynı şeyleri tekrarlar gibidir. Ancak Alevilerin anlattığı Ali ve bu Ali’ye verdikleri anlama baktığımızda sanki farklı iki Ali’den söz edildiğini görmekteyiz. Bu noktada Alevilerin tarih bilgisinin yetersizliği gibi savlar ileri sürmek kabul edilemez. Bu anlamsız tartışmalardan uzak durarak, konumuza dönüp devam edelim.
Alevilerin sınırlı yazılı kaynaklarından kabul edilen Buyruk da, diğer İslam yorumları gibi “kelime-i şahadet” getirmeyi temel bir İslam-i prensip olarak benimser gözükür. “Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin velayetine, rehberliğine inanmaktır.( Buyruk sf. 14) Diyen Buyruk “Hz. Ali’nin velayetine, rehberliğine inanmaktır” eklemesiyle Sünni İslam’dan ayrılırken, Şii İslam ile aynı söylemi paylaşmış olur.
Ancak bu söylem pratikte bu sıralamayı izlemez. Aynı Buyruk kendisi ile çelişir ve Peygamber Mirac’a giderken Ali’yi Allah’ın Aslanı yapar ve Muhammet’in yolunu ona kestirir. “ Hz. Muhammed bir sabah erken Miraç’a gidiyordu. Ansızın yoluna bir aslan çıktı. Aslan üzerine kükremeye başladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı. Birden bir ses duydu
‘Ey Muhammed, yüzüğünü aslanın ağzına ver’
Muhammed söyleneni yaptı. Yüzüğü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna devam etti.” (Buyruk sf.7)
Bir kaç sayfa sonra 11. sayfada Kırklar Cemi’nde, Muhammet aslanın ağzına verdiği yüzüğü Ali’nin parmağında görür. Sonra yine aynı Buyruk’ta, Kırklar Cemi’nin bir üyesi olmayan Muhammet, içeri girebilmek için akla karayı seçer. Ama Ali içerde Kırkların başıdır. “Muhammed bunlara pirlerini ve rehberlerini sordu. Kırklar: Pirimiz şahmerdan Ali’dir, kuşkusuz, tartışmasız” diye yanıt verirler. ( Buyruk sf. 11)
Alevilerin yazılı kaynakları da sözlü tarihlerine benzer. Zaten bu sınırlı sayıda yazılı kaynağın kimler tarafından kaleme aldığı tartışmalıdır. Zaman içinde yapılan ekler çıkarmalar da olduğu söylenen bu yazılı kaynaklardan en önemlisi olan Buyruk’un, sanıldığı gibi İmam Cafer Sadık tarafından yazılmadığı kesindir. Buyruk da dâhil Alevi yazını ve sözlü tarihi göz önüne alındığında, İslam vurgusuna rağmen akla gelen soru: Bu nasıl bir İslam’dır ki Muhammet peygamber kabul edilir ama pratikte Ali ondan daha önemlidir?
Özellikle Buyruk incelendiğinde görülen o ki; Alevi inanç pratiklerinin anlatıldığı bölümler dışındaki yorumlar daha sonra eklenmiş gibidir. Bu dinsel pratiklere bir yorum ve açıklama niteliğinde olduğu hemen belli olan bölümler, daha çok İslam vurgusuna sahiptir. Her dinsel pratik veya uygulama için bir öykü anlatılarak onun ne kadar İslam ile ilişkisi olduğu ispatlanmaya çalışılmış gibidir. Bu öykülendirmelerin kimi yerlerde İslam ile çeliştiği de dikkati çekmekte. Özelikle açıklamaların anlatım ve dil olarak eklettik olduğu, ana metinlere sonradan eklendiği ilk bakışta göze çarpmakta.
Arap İslam tarih yazımı veya başka bir söylemle İslam açısından Alevi tarih anlayışına bakıldığında, Ali ve Muhammet sıralaması, İslam’ın dairesi içinde kolay açıklanacak bir şey değildir. Biri yalvaç (peygamber) diğeri ise ondan sonra gelen bir halifedir. Bu durumda akla ilk gelen sorudan başlayalım: Muhammet neden Kırklar Cemi’nin bir üyesi değildir ve neden Ali’ye verilen değer ve önemden sonra gelir Muhammet’e verilen değer? Bu soru Alevilerin Muhammedi peygamber görmeleri ile çelişmiyor mu?
Alevilerin Ali ve Muhammet konusundaki yaklaşımının, Sünni İslam ve Şii İslam dairesi içinde kabul edilmesi olanaksızdır. Ancak Aleviler açısından üzerinde pek düşünülmeyecek bir sorundur ve hatta doğaldır.
Alevilerin Kuran, İslam ibadet pratikleri gibi Muhammet’in peygamber olarak önceliği de “amalı” bir kabul ediştir. Bunları açıklamak, anlamak zordur. Sanki bir yanılsama gibi gözüken bu özellikler, inancın özü ile ilgilidir. Kimsenin bunları değiştirmek veya düzeltmek gibi bir yetkisi yoktur. Kısaca; kimse bu saatten sonra “Geçmişte yaptığımız değerlendirmeler yanlıştı, eğer Ali’yi seviyorsak ve yolumuz Ali yoluysa ona Muhammet tarafından öğretilen İslam’ı ve yaşadığı Müslümanlığı biz de uygulamalıyız” diyemez, demeye hakkı yoktur.
Hatta hiç bir bilim adamı gerekçesi ne olursa olsun dinlerin, inançların tarihini modern tarih ile düzeltme, değiştirme hakkını kendinde göremez. Böyle olsa o kadar düzeltilecek şey karşımıza çıkar ki kendimiz bile şaşarız. İşin kötüsü bu düzeltmeler, bir noktadan sonra elimizde o inançtan bir şey kalmadığı noktasına kadar varabilir.
Kimse inancın özünü koruyorum, savunuyorum gibi savlara sarılmasın. Bu inançların doğasına aykırı bir savdır ve doğrudan o inancın siyasallaşması amacına yöneliktir. İnançların farklı algılanması, yorumlanması son derece doğaldır ve bu Alevilik için de geçerlidir. Birilerinin yaptığı tanımı “gerçek” kabul etmek, diğerlerini “yanlış” ilan etmek son derece sakıncalı bir noktaya kadar gidebilir. Anımsanacağı gibi İslam’ı korumak, İslam’a sahip çıkmak adına yola çıkan bazı kökten dinci akımlar, yakın tarihimizin en acılı olaylarının yaşanmasına kadar işi vardırdılar. Sivas Madımak katliamı bu anlayışın doruk noktalarından biridir. Alevinin “yobazı” olmaz gibi popülist söylemlerin arkasına saklanarak bu tarihsel sorumluktan kimse kendisini kurtaramaz.
Aleviliğin İslam içinde mi yoksa dışında mı tartışmasına hapsedilmesi Aleviliği anlamamak değilse anlaşılmasından korkmaktır. Alevilik zaman içinde İslam ile ilişkilenmiş ve İslam dairesi içinde tüm diğer yorumlardan farklı ve yer yer de onlara karşı oluşmuş bir Halk İslam’ıdır.
Ancak bunun ne kadar İslam olduğu da tartışılır. Burada yapılan, halkın geçmiş inançlarını ve yerel olanı yeniden üretmesi ve ona İslami bir şekil vermesidir. Bu oluşturulan İslam ileri sürüldüğü gibi hiçbir şekilde gerçek İslam veya İslam’ın özü değildir. Gerçek İslam veya İslam’ın özü olduğu savlarıyla karşımıza çıkarılan inanışların hemen hepsinin İslam ile ilişkisi son derece sınırlı olduğu gibi, İslam’ın reddettiği birçok unsuru da İslam adı altında bize sunduğunu görmekteyiz.
Burada sözü edilen salt İslam ile ilgili bir olgu değildir. Diğer dinler ve inanışların da tarih içinde yaşadığı bir olgudur bu. Orta Çağ Avrupa’sın da özellikle Almanya da geçmiş inanışların Hıristiyanlık olarak yeniden şekillendiği bilinir. Uydurma el yazması İnciller ile bilinen tüm Hıristiyan yorumlarından farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Zaman içinde Hıristiyanlıkla gelişen ilişki geçmiş inanışların törpülenmesi ve daha çok Hıristiyan öğenin öne çıktığı Protestanlıkta ifadesini bulan yeni bir Hıristiyan yorumun ortaya çıkması ile sonuçlanır.
Aslında burada olan, geçmiş inançların ve kültürlerin yaşama direnci ve gücüdür. Geçmiş inanışların ve kültürlerin yeni inanışlar ve kültürler içinde yaşamlarını sürdürüp yeniye eklemlenirleri burada tam anlamıyla bir kaynaşmadan söz etmek olanaksızdır. Protestanlıkta gördüğümüz biçimiyle bir kaynaşma Alevilik için pek mümkün değildir. Çünkü bir tür halk Hıristiyanlığının zaman içinde evrimleşerek daha çok kitabi Hıristiyanlıkla buluşmasında öncülük yapan unsurlar Vatikan kilisesinden kopan din adamlarıdır. Alevilik ise bu gelişim çizgisinden çok farklı bir çizgide kendi inanç önderleriyle var olmuş ve onların çabalarıyla günümüze kalmıştır. Bu inanç önderleri olan Dedelerin İslam ile buluşması oranında Aleviler İslam ile buluşmuşlardır.
Bu buluşma son zamanlarda yine bazı Alevi aydınların da katkılarıyla oldukça ileri bir noktaya getirilmiştir. Kendi kendisinin misyoneri konumunda olan bazı Alevi aydınları ve Dedeler eli ile Alevilik hızla İslam dairesi içine çekilmektedir.
Oysa yaşayan Aleviliği salt İslam dairesi içinde kalarak açıklamaya kalkmak olanaksızdır. Aleviliği var eden diğer unsurları dışarıda bırakmaya neden olabilecek bu yaklaşım, Alevilikten başka hiçbir şeye zarar vermez. Aleviliğe dünya görüşümüz ve siyasal tercihlerimiz ile yaklaşmak ve buna uygun yorumlarlar ileri sürmek nesnel olmadığı gibi haklı bir yaklaşım da olamaz.
Aleviliğin İslam dışında görülmesi konusunda duyarlı olan kesimlerin tek kaygısı Alevilik ise, Aleviliğin şekillenmesinde önemli olan ve etkileri asla saklanmayacak kadar açık olan diğer unsurları konusunda da duyarlı olmaları gerekirdi. Çünkü sonuçta Aleviliğin İslam dışında görülmesi Aleviliğe ne kadar zarar verecekse, diğer unsurları yâdsınmış bir Alevilik anlayışı da Aleviliğe o kadar zarar verecektir. Aleviliğin unsurları arasında olan İslam ne anlam ve değere sahip ise, Aleviliği oluşturan diğer unsurlar da aynı değere ve öneme sahiptirler. Parça için bütünü gözden çıkarmak, olsa olsa ahmakların işi olur. —ki biz de bunu kendine aydınım, bilim adamıyım diyen hiç kimseye yakıştıramayız. –
Alevilik içinde öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki bunları asla İslam içinde kalarak açıklamaya olanak yoktur. Sayın Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in bir makalesinde yazdığı şu satırlar son derece anlamlıdır. “Ali’nin Tanrılaştırılması fikrinin, Mehdi telakkisinin, Hacı Bektaş’ın burnu kanı damlası ile Kadıncık Ana’nın bakire olarak hamileliğinin, On iki İmam telakkisinin ve daha birçok itikatların, İslamlığın esasıyla alakası olmadığını ve sonradan katılmış olduğunu hatırlamak lazımdır. Bu son bahsettiklerimden Ali’nin tanrılaştırılmasıyla İsa’nın tanrılaştırılması, Mehdi ile Mesih ve kurtarıcı, bakire olarak hamile olan Meryem itikadı arasındaki münasebetler kolaylıkla görülüyor. Kuran’ın metnine ve kitabi İslamiyet’e ait olmayan bu nevi tesirler sahası, o kadar geniştir ki bunları bir makale mevzuu yapmaya imkân yoktur.”
Kaldı ki İslam’ın kendisi dahi kendisinden önceki değişik inançlar, kültürler ve uygarlıklardan etkilenmiştir. İslam’ın diğer dinlerden ve inanışlardan etkilendiği bilinirken Aleviliğin bu etkilenmenin dışında tutulması veya salt İslam’dan etkilendiğini ileri sürmek, bırakın bilimsel olmasını, uslama fukarası olmakla eş anlamlı olur.
Yeniden konumuza dönecek olursak; özellikle altının çizilmesi gereken nokta: İslam ile ilgisi olmayan ama Aleviliğin temel unsurları arasında olan birçok unsurun, İslam vurgusunu öne almaktan dolayı yadsındığı ve bunun da Aleviliğe zarar vereceğidir. Alevilerin birçok İslami simgeyi kullanıyor olmasına ve kendilerini İslam içinde görüyor olmalarına karşın ibadet pratikleri bakımından bütün İslam dünyasında eşi benzeri olmayan Ayini Cem’i açıklamak olanaklı değildir. Kaldı ki dinlerin inanç pratikleri, onları diğer dinlerden ve benzer inançlardan ayıran temel özellikler arasında sayılır. Bütün bunlar bilinirken, Aleviliği salt İslam dairesi içinde kalarak açıklamaya çalışmak, İslam’ı ve Aleviliği bilmemek değilse –ki öyle olduğuna inanıyoruz- bizim bilmediğimiz ve anlamakta zorlandığımız bir değirmene kalbur ile su taşımaktır.
Hasan Kaya
hasankaya.com
Tarih genel olarak zor bir alan olarak bilinir. Bu kanı yersiz değildir. Tarihten söz edildiği her seferinde akla ilk gelen; can sıkıcı ezber, bir sürü söylemi zor ismin bilinmesi ve tarihlerin akılda tutulmasıdır.
Bu kadarla kalmıyor zorluklar: Sabırla bu zorluğu aşsanız bile, bu sefer de karşınıza var olan kaynaklara ulaşma sorunu çıkar. Alevilerin tarihi açısından konuya baktığımızda ise, daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalırız. Çünkü Alevilerin büyük tarihi sözlü bir tarihtir ve bu da masallar, öyküler ve söylencelerle iç içe bir tarih anlatımı olarak karşımıza çıkar.
Dinlerin, inançların kendi tarihini yazma tekniği ile modern tarihin yazımı ve aktarımı, aşılması en zor engellerden biridir. Bu iki farklı tarih anlatımı ve/veya yazımının nerede bir birine yardımcı olacağı ve nereye kadar biri için diğerinden yararlanılacağını iyi bilmek gerekiyor. Bu iki tarih anlayışı bir birini bütünlemez. Birinden hareketle diğerini doğrulama şansınız yoktur. Çoğunlukla bir biri ile çelişen bir birini reddeden, yalanlayan anlatımlarla karşılaşmak olasıdır. Her iki tarih anlayışının ele aldığı, anlattığı hiçbir olaydan aynı sonucu çıkartmak mümkün değildir. Olayın kendisi aynı kalmakla birlikte yorumlar ve varılan sonuç aynı değildir. Dinlerin, inançların tarihi daha çok söylenceler ile iç içe geçmiş bir tarih anlayışıdır. Bu tarih anlayışı, sınanmış bilgiyi değil “inanmayı” öne çıkaran anlayışa sahiptir. Modern tarih ise kanıt, belge üzerine inşa edilmiş, bilmeyi ve anlamayı öne alan bir anlayışı yeğler.
Kısaca özetleyecek olursak: Dinlerin inançların tarihi metafizik bir tarih anlayışı iken, modern tarih, kanıtlara belgelere dayanan bilimsel bir tarih olmak zorundadır. Ancak burada bir parantez açıp modern tarihin din konusunda gerektiği kadar objektif olamadığını da belirtmek durumundayız. Din söz konusu olduğunda birçok alanda bilimden vazgeçildiği gibi tarih konusunda da bilimden vazgeçmek sıkça rastlanan bir durumdur. Bazen halkın dini duygularını rencide etmemek adına, bazen resmi görüşlere yakın duruma adına bilimden uzaklaşma yaşanır. Bu yüzden İslamiyet üzerine yazılmış, modernlik, bilimsellik iddiasında olan birçok tarih kitabı, ne yazık ki bu savlarının yanından dahi geçmeyecek durumdadırlar. Aynı şey, Alevi tarih yazımı için de geçerlidir.
Tarih inançlarımızın doğruluğunu, güzelliğini ispatlamak için kullanabileceğimiz bir araç değil, geçmişin bilinmesi, geçmişte yaşanmış gerçeğin öğrenilmesini sağlayan bir bilim dalıdır. Geçmişin bilinmesi bu günü anlamada birçok açıdan faydalı olurken geleceği buna göre şekillendirme olanağı bize vererek tarihi anlımı ve gerekli kılar.
Yukarıda sıraladığımız bütün bu zorlukların ışığında Alevi tarihine dönüp baktığımızda, Aleviliğin büyük tarihinin yazılı kaynağının son derece sınırlı olduğunu görüyoruz. Elde bulunan tüm kaynaklar tartışmalı kaynaklardır. Alevilerin inançları nasıl sözlü bir sürekle bize kadar ulaşmışsa, tarihi de aynı şekilde sözel bir sürek izler ve bize kadar gelir. Hatta Alevi inancı ile tarihi iç içedir ve tarih genellikle inançların anlatımının bir biçimi olarak kullanılmıştır. Doğal olarak bu tarih yazım biçimi, birçok insanın kafasının karışmasının da asıl nedenidir.
Haklı olarak bu kafa karışıklığına işaret eden bazı araştırmacıların (Alisiz Alevilik, Faik Bulut, Alevilerde Kafa Karışıklığı, İsmail Beşikçi) çalışmalarına tepki olarak Alevi yazarlarda karşı atağa geçip kendi görüşlerini açıkladılar. Tartışma sonunda gelip, Aleviliğin İslam içinde olup olmamasında düğümlendi. Bazı Alevi yazarlar, Alevi tarihinde ve modern Arap tarihinde sözü edilen Ali’nin aynı kişi olduğunu varsayarak Aleviliğin bu bağla İslam içinde görülmesinin kolaycılığına kaçtılar. Bu İslam’ın hangi İslam olduğunun açıklanması, bunun Sünni, Şii İslam ile hangi noktalarda kesiştiğini ve ayrıldığının gösterilmesi zahmetine girmediler.
Bu kalemler, Alevilik İslam dairesi içindedir derken “hangi İslam” sorusunu atlayarak daha çok popülizm (ucuz halkçılık) yapmakla yetindiler. Alevilerin kendilerini İslam içinde gören söylemini kendilerine dayanak yaptılar. İlk bakışta son derece haklı gibi gözüken Aleviliğin İslam içinde olduğu tezi, Alevi tarihinin var ettiği mitleştirilmiş Ali’yi Arap İslam tarihinin yazdığı Ali’ye tercih etmektir. Bu da Aleviliği son derece daraltan ve Aleviliğin temel inanışları ile çelişmekten öte Alevliğin sonunu hazırlayan bir yaklaşımdır.
Aslında bu yaklaşımların hepsi, Alevilik üzerine kabaca önceden belirlenmiş öngörülere uydurulmaya çalışılmasıdır. Hangi amaçlarla yapıldığı bir yana, sonuçta yapılan, Aleviliği tanımlamaktan ve anlamaktan uzaktır. Aleviliğin sözlü tarihinin hiç bir yeri İslam Arap tarihi ile örtüşmez. Alevi tarih yazımını Arap İslam tarihi ile değiştirdiğinizde, elde edilen sonuç Aleviliğin bitişi olur.
Alevi tarih yazımı, bildiğimiz tarih ile hiç bir şekilde benzerlik göstermez. O belgelere dayanan kanıtlar gösteren bir tarih anlayışı değildir. Bu tarih yazımında zaman ve mekân pek dikkate alınmaz. Bu salt Aleviliğin tarih yazımı için geçerli olan bir olgu değildir. Genelde bütün inançların ve dinlerin tarih yazımı böyledir.
Örneğin modern tarihin tespit edemediği İsa, Hıristiyan tarihi açısından tartışılmaz yaşamış biridir. Modern tarihin bir ipucu bile bulamadığı İsa hakkında oluşturulan tarih, kültür ve inançlar anımsandığında bu şaşırtıcı gelebilir. Ancak bu durum salt tarih açısından böyle değildir. Diğer bilim dalları açısından baktığımızda da pek farklı bir manzara ile karşılaşmayız. Örneğin Meryem’in bakire olarak hamile kalması, Kadıncık Ananın (Hacı Bektaşi Veli’nin eşi) burun kanı ile hamile kalması gibi inanışların, bilim açısından kabul edilebilecek yanı yoktur…
Kızıl Denizin bir asa vurulmasıyla ikiye ayrılması, ayın ikiye ayılması, ölülerin diriltilmesi veya körlerin görmesini sağlama gibi mucizelerin hangisi bilim açısından kabul edilebilir. Bütün bunların bilim açısından değeri olup olmadığını tartışmak bile anlamsız olur. İnancın her konuda olduğu gibi tarihe yaklaşımı ve tarih anlayışı da metafiziktir. Burada mantık, bilimsellik aramak anlamsız olur. Bu basit gerçek, dinler tarihi, dinlerin kendi tarihini yazması açısından bir sakınca içermediği gibi, bir eksiklik de değildir.
Aleviliğin tarihine dönecek olursak işin bir başka zorluğu ile karşılaşıyoruz. Alevi inancı içinde oldukça önemli bir yer tutan olaylar/kişiler Arap İslam tarihinde yer aldığından, farklı anlatılırlar. Kısmi benzerlikler olmakla birlikte sanki adlar ve mekân benzerliği dışında farklı olaylardan ve kişilerden söz edilmektedir. Bu tam da Arap İslam tarih yazımı ile Alevilerin tarih yazımının bir birine teğet geçmesi durumudur.
Alevi inancı içinde ayrıcalıklı bir yeri olan Ali ve ailesi, Arap İslam tarihi içinde karşılaştığımız Ali ile örtüşmemekte. Alevilerin Ali üzerine anlattıkları ile yaşayan ve halifelik yapan Ali sanki bir ve aynı kişi değildir. Alevi tarihinin bize anlattığı Ali daha çok “Ali’nin Cenkleri” kitapçıklarında okuduğumuz ejderhalarla savaşan, kötüleri yok eden Ali’dir. Bu da Arap İslam tarihinde yaşayan bildiğimiz Halife Ali ile hiçbir şekilde örtüşmez.
Alevi tarihinin anlattığı Allahın aslanı olan Ali, Hera tarafından Eurystheus hizmetine verilen on iki görevi yerine getirmek zorunda bırakılan, Zeus’un oğlu, doğaya kafa tutan insan gücünün simgesi, insanlaştırılan tanrılara karşı, tanrılaştırılan bir ölümlü olan Herkü’e (Herakles) benzer.
Arap İslam tarihi ile Alevi tarihinin anlattığı Ali arasındaki bazı benzerlikler tarih bilgisi okul ders kitapları olan her Alevi için çözülmesi zor bir paradoks gibidir. Örneğin Alevilerin anlatımlarında Ali’yi Anadolu da görürüz. Anadolu’da onlarca yerde Ali’nin atı Düldül’ün ayak izi olduğu, kılıcıyla kayaları yarıp geçitler oluşturulduğuna inanılır. Ancak az da olsa tarih bilgisi olan biri çok iyi bilir ki Halife Ali bütün yaşamı boyunca Anadolu’ya hiç gelmemiştir. Ancak buna karşın “Ali’nin Cenkleri’ kitaplarından bildiğimiz Ali ise defalarca Anadolu’ya gelmiş Kaf dağına gitmiştir…
Bu farklı anlatımların ve tarih anlayışının temelinde yatan, Arap İslam tarihi ile Alevi tarihinin birbirine teğet geçmesinden başka bir şey değildir. Her ikisi de aynı kişiden ve yaşadıklarından söz ederken, anlatılanlar ve bu anlatılanlardan çıkan sonuçlar aynı değildir.
İslam Arap tarihine bakıldığında Ali Muhammet’in yeğeni, sonra damadı ve 4. Halifedir. Yine aynı tarihe göre, aynı inanç geleneğinin sürdürücüsü ve devamıdır. İktidar mücadelesi bağlamında her zaman aynı fikirde olmamış olmakla birlikte kendisinden önceki halifelerle aynı inanç ve inancın pratikleri konusunda çelişkili uygulamalarına rastlanmaz.
Alevilerin tarih yazımı da mı böyle görüyor?
Bu sorunun cevabı hem “Evet” hem de “Hayır” olarak verilebilir. Aleviler bu anlatımın bazı noktalarına katılırlar. Örneğin; Muhammet’in yeğeni, damadı olması ve 4. Halife olması noktasında bir farklılıkları yoktur. Ancak dikkatle bakılırsa bu noktaların hiç biri inancın içeriği ile ilgili noktalar değildir. İnancın içeriğini anlatan ve inancı tanımlamada doğrudan etkisi olacak konular söz konusu olduğunda farklılıklar da baş göstermekte. Alevilerin tarihinin anlattığı Ali Muhammet ve diğer üç halifenin inanç ve ibadet pratiklerini sürdüren olarak gözükmez. Aksine o aşağıda göstereceğimiz gibi Kırklar Ceninin Piri, Şahmerdanıdır.
Bu noktada Sünni İslam’dan kopan Aleviler, Şii İslam ile yakınlaşır gibi gözükürler. Ancak bu yakınlaşma tarih anlatımının belli duraksamalarındaki bir yakınlaşmadan öteye geçmez. İbadet pratikleri söz konusu olduğunda onlardan da koparlar. Bu anlamda bütün İslam dünyası içinde inanç pratikleri bağlamında Alevilerle bir benzerlik içinde olan bir İslami toplulukta yoktur.
Ancak yeniden tarih konusuna dönersek bu farklı anlatımlarla teğet geçme birinin yanlış diğerinin doğru olduğu gibi bir düşünceyi kafamızda şekillenebilir. Bunun nedeni de dinlerin, inançların tarihi ile modern tarih anlayışının bir birinden farklı olabileceği gerçeğini görmemekten kaynaklanmaktadır. Burada birini doğru diğerini yanlış veya değiştirilmiş bozulmuş göstermek pek anlamlı olmaz. Bu hatayı yaptığımızda ikisinden birini seçmek durumunda kalırız ki bu da birinden yana diğerini reddetmek noktasına kadar ulaştığında en büyük hatalardan birini yapmış oluruz. Bazı Sünni aydınların ulu orta “Alevilik Ali severlikse biz daha çok Aleviyiz” demelerinin altında yatan mantık da buradan kaynaklanmakta. Bu mantık Arap İslam tarihini temel alarak ve Aleviliği Ali severliğe indirgeyerek, Halife Ali’nin inanış ve inanış pratikleri konusunda aynı gelenekte oldukları için kendilerinin daha çok Alevi olduğunu söyleyebilmelerini sağlıyor.
Bu Alevi tarih anlayışı ve yazımından bihaber olmak ve Alevi tarihini küçümsemek ve yok saymaktır. Bu yaklaşım biçimi gerçeğin aranmasını, ortaya çıkarılmasını amaçlayan bilimsel rasyonel bir yaklaşım değil, siyasi, ideolojik bir yaklaşımdır.
Alevi tarih yazımı yaşanan olayların gerçeğini bize vermez. Başka bir söylemle Alevi tarihinden hareketle İslam tarihini bilmek ve 1400 sene önce nelerin yaşandığını gerçek anlamda bilme, anlama şansımız yoktur. Aynı Alevi tarihi, daha yakın bir tarih olan bazı olayları ve kişileri bilme şansı da bize vermez. Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan kimdir bilmemiz olanaksızdır bu tarihten. Bırakalım modern tarihi, Evlaya Çelebinin tarih yazımında olan açıklık bile söz konusu değildir bu tarihte. Alevi tarihi olayları/kişileri yaşandığı gerçekliği ile bilinmesini amaçlamaz. Bu tarih yazımından hareketle, yaşanmış gerçeklere ulaşılmaz. Ama bu tarih yazımı, Alevi inanç gerçeğini içinde saklar ve ona ulaşmayı olanaklı kılar. Asıl amacı ve işlevi de budur.
Alevi tarihi anlattığı olayların gerçek olup olmadığına bakmaz. Bakmak zorunda da değildir. Bu her din içinde geçerlidir. Dinler inançlar, inançlarını ve inanç pratiklerini doğrulayacak her tür malzemeyi kullanırlar. Zaman ve mekân gibi kavramlar bile burada pek önemli olmaz. Böyle olmasa Pir Sultan Abdal kendisinden üç yüz yıl önce yaşayan Hünkâr’dan nasıl el alır, Hünkâr ona nasıl dolu sunar.
Her okuduğunu sözcüklerin yalın anlamlarıyla anlamaya yatkın biri için bu kolay anlaşılır bir şey değildir. Örneğin: Pir Sultan Abdal’ın Hünkâr’ın elinden dolu almasını aynı dönemde yaşandıkları şeklinde anlamak mümkündür. Ancak burada anlatılmak istenen bu değildir. Bu imgesel anlatım kısa ve öz söylemiyle; Pir Sultan Abdal’ın Hünkâr ile aynı geleneğin ve yolun sürdüreni olduğunu ifade etmekten başka bir anlam içermez.
Bunun gibi onlarca örnek bulmak, sıralamak mümkündür. Kaldı ki bu salt tarih anlatımında karşılaştığımız bir durum da değildir. Aleviler, bunu inançlarının unsurları içinde yapar. Örneğim her Alevi Kuranı kutsal kabul eder ve “Başımız Kuran’a bağlı” diyerek bu kabul edişi pekiştirir. Kuran okuyan, okumasını bilen pek olmadığı halde genelde her Alevinin evinde duvara asılı bir Kuran bulmak mümkündür. Ancak her şey bununla sınırlı kalır. Kuran üzerine derinleştirilen her söyleşi, Kuran’daki emir ve yasaklara neden uyulmadığı sorusu ile birleşince mevcut Kuran’ın değiştirildiği savına sarılırlar ve sonra söylenenlerin, başta söylenenlerle taban tabana zıtlığına da tanık olabiliriz.
Bu yaklaşış biçimi salt Kuran ile sınırlı değildir. Aleviler her İslami simge veya uygulama için aynı yaklaşımı sergiler ve aynı dili kullanırlar. Bu kendine özgü bir dil ve yaklaşımdır. İlk bakışta kendi içinde bir çelişkiyi yansıttığı hemen beli olan bu yaklaşım ve/veya anlatım Alevilerin kendilerini korumak için geliştirdiği kesindir.
Zaman içinde oluşan bu dilin oluşumunu zorunlu kılan koşullardan kopartılarak ele alınması bizi birçok noktada Aleviler üzerine hata yapmaya küfürlü içerikürebilir.
Nitekim öyle de olmakta.
Bu hatalardan ilki belki konumuz açısından da en önemli olanı, Alevilerin İslam ile olan bağı ve ilişkisi üzerine olandır. Çoğu zaman bu anlatım ve yaklaşış biçimi temel alınarak kolaycı yoldan Alevilerin İslam içinde olduğu söylenmektedir. Hem de bu söylemin, geliştirilen bu dil ile anlatılanların kendi kendisi ile çeliştiği bilindiği halde. Bu çelişkilerin nedenleri sorgulanmadan, kestirme yoldan Alevilerin İslam içinde olduğunu söylemek son derece düşündürücüdür…
Kullanılan bu dilin ve yaklaşımın çıkış nedenleri yadsındığında, Alevilerin tarih içinde yaşadıkları acılar, kıyımlar kolaylıkla gözden kaçırılabilir. Oysa bütün bu takkenin çıkış nedeni, bir halkın kendisini koruma içgüdüsü ile oluşmuştur. “Namaz da bizim, oruç da bizim” diyen Alevi, hiçbir zaman oruç tutan olmadığı gibi namaz da kılmaz. Bütün bunların tesadüfî çelişkiler yumağı olduğunu düşünmek sanırız saçma olur. Ya da bu çelişkilerin asıl nedeni cahilliktir de deyemeyiz. İnançlar konusunda hiçbir halk veya toplum cahil olamaz. Her topluluk kendi inançlarını iyi bilir. Bunun için bir diploma sahibi olması gerekmez…
Ancak şu kesindir: Aleviler İslam’ı son derece sınırlı bilmektedirler. Bütün bilgileri de ikinci elden aktarmalarla olmuştur. Bu yetersizlik İslam üzerine konuşmayı kolaylaştırdığı gibi mevcut çelişkileri görmelerini ve anlamalarını da imkânsız kılmıştır…
Bu İslam’ı sınırlı bilgi bazen şaşırtıcı noktalara kadar varmakta ve “Biz İslam’ın özüyüz” söylemine kadar varabilmekte. Kuran’ın lafzını dahi bilmekten uzak bir İslam bilgisi ile nasıl gerçek İslam olunuyor, bunu anlamak son derece zordur.
Bu sava temel olan da farklı İslam yorumlarının olması ve Alevilerin yorumunun da gerçek yorumu olduğudur. Ama ne gariptir ki ortada bir Alevi İslam yorumu yoktur. Alevilerin elbette İslam üzerine söyledikleri bir şeyleri var. Ancak bütün söylenenler ve ortaya konanların tümü bir sistematik yorum olmaktan çok uzaktır. Örneğin Şiilik ve Hanefiliğin ortaya koyduğu yorumlarla kıyaslandığında, Alevilerin İslam üzerine söyledikleri, bir yorum olmaktan çok uzaktır.
İslam ile aynı coğrafyada yaşamak ve kimsi bazı benzerlikler dışında her hangi bir ilişkisi olmayan bir inancın İslam üzerine bir yorumunun olmaması anlaşılır bir şeydir. Bu yüzden olmayan bir Alevi İslam yorumu aramak, yoktan bir Alevi İslam yorumu oluşturmaya çalışmak yerine yaşayan Alevilik içinde Alevi gerçeği aranmalıdır. Bu yapılabilecek en doğru ve Aleviler için en hayırlı olacak olandır…
Alevilerin İslam ile ilişkisi yukarıda belirtildiği gibi İslam peygamberi Muhammet’in ölümü sonrası başlayan iktidar kavgası olarak gösterilir. Bu mücadelede Ali’den yana olanların, Ali severlerin, Alevi olarak adlandırıldığı ve bu tavır alışın Aleviliği şekillendirdiği ileri sürülür.
Bu düşüncenin temelinde, İslam içindeki bölünmelerin hemen hepsinin dayandırıldığı noktanın Muhammet’in ölümünden sonra şekillenen iktidar mücadelesi olmasındandır. İslam içindeki bütün bölünmelerin nedeni ve başlıca sebebi olan bu iktidar kavgası, İslam içinde oldukları öngörüsünden hareketle, Aleviliğinde bu iktidar mücadelesi ile ortaya çıktığı ve şekillendirdiği düşünülmekte. Böylece Aleviliğin oluşumuna ve ortaya çıkışına kestirme bir yanıt bulunduğunu sanıldığı noktada, açıklaması son derece zor sorularla da baş başa kalınır.
Alevilerin bu iktidar kavgasında söylediklerine ve aldıkları tavra gelmeden önce Aleviler arasında bilinmeyen bazı tarihsel gerçekleri de aktarmakta yarar var. Kimin ilk halife olacağı tartışması bir yana ilk üç halife döneminde İslam Arap Yarım Adasından bütün Ön Asya, doğuda Hindistan içlerine kadar uzanırken batıda Kuzey Afrika da yürüyüşünü sürdürmekteydi. Emeviler döneminde Cebeli Tarık boğazı geçilerek İslam İspanya’ya geçecek ve bir dünya dini olmaya başlayacaktır. Bu gelişmeler ilk üç halife ile başlamıştır. 4. Halife Ali kendi döneminde daha çok iç karışıklar ve savaşlarla meşgul olmuş ama bu gelişmenin de bir sürdüreni oluş olduğu kesindir. Bu anlamda İslam'ın yayılması ve coğrafi genişlemesine sınırlı da olsa katkıda bulunmuştur. Burada görülmesini istediğimiz 4. Halife Ali her alanda kendisinden önceki halifelerle aynı çizginin üzerinde buluşur. Bu buluşma iktidar kavgasının farklı tarafı olsa da İslam’ın siyasal hedefleri ve inanç pratiklerini kapsar.
Alevilerin İslam tarihi ve İslam hakkındaki genel bilgilenmesinin çok yetersiz olduğunun göstergesi olan bir başka konu da İslam’ın değişik yorumları arasındaki mevcut yorumların çokta bir birinde uzak durmadıklarıdır. Her şeyden önce İslam ibadet pratikleri konusunda bir birlerinden pek uzak değillerdir. İslam içindeki en köklü, uçlardaki bölünme olarak bilinen Sünni İslam ile Şii İslam arasındaki tüm farklıklara rağmen ibadet pratikleri konusunda bir farklıkları olmadığı da bilinir. İlk halifenin Muhammet’in vasiyeti gereği İmam Ali olması gerektiğini söyleyen Şii İslam, İslam ibadet pratikleri konusunda Sünni İslam ile pek de farklılık göstermez.
Bu noktada Alevilere dönersek, Muhammet’in ölümünden sonra başlayan iktidar kavgası ve daha sonra Muaviye ve Ali arasındaki savaşlar, Ehli Beyit’in başına gelenler, Kerbela olayı, Alevi tarihi içinde çok sözü geçen olaylardır. Bütün bu ve diğer birçok olay, Alevilerin sözlü tarihi içinde kendine oldukça geniş bir yer bulur. Alevi edebiyatı ve özelikle Alevi şiirinin temel unsuru buradan kaynağını alır.
Aleviler bu olayı değerlendirerek, İslam ile ilişkilerini belirlerken bu belirlemenin Şii ve Sünni ayrımından farklılıklar gösterdiği unutulmamalıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi Şiiler ile Sünniler arasında İslam’ın ibadet pratikleri konusunda neredeyse bir ayrılık yok gibidir. Ayrılığın sebebi, ilk halifenin kim olacağı noktasındaki çıkan tartışma olarak öne çıkar. Kuşkusuz bu ayrılığın asıl sebebi değildir. Yukarıda yaptığımız bir tespiti yenileyerek söyleyecek olursak; Geçmişin bu iktidar mücadelesini değerlendiriş biçimi ve bir taraf olma, tek başına bir inancın ortaya çıkması için yeterli olmaz. Bu değerlendirme ve taraf oluşla, bir inanç şekillenip toplumsal yaşamı örgütleme düzeyine gelemez.
Alevilerin Şii ve Sünni yorumdan ayrılmaları, diğer ikisinin bir birinden farklığından ve ayrılığından daha farklı ve temele ilişkin bir ayrılıktır. İslam tarihinin belli olaylarına bakış, yakalaşış ve taraf olmanın ötesinde, bu tarihin yazımı konusunda oldukça farklı ve kendine özgü bir söylemi vardır. Bu söylem bazı noktalarda Şii yorumla çakışır, ancak bu sadece görünümdeki bir benzerlikten öteye gitmez. İslam dininin öngördüğü pratikler konusunda ise tamamen farklıdır ve diğer ikisi ile asla bir noktada buluşmaz.
Bundan dolayı Arap İslam tarihinden kalkarak Alevilerin tarihini anlatmak bizce pek de doğru gözükmemekte. Aynı şeyi Şiirlerin tarih yazımı ve anlayışı ile de yapamayız. Alevilerin ilk halifenin Ali olması noktasında söyledikleri, Şii İslam görüşe benzer ve neredeyse aynı şeyleri tekrarlar gibidir. Ancak Alevilerin anlattığı Ali ve bu Ali’ye verdikleri anlama baktığımızda sanki farklı iki Ali’den söz edildiğini görmekteyiz. Bu noktada Alevilerin tarih bilgisinin yetersizliği gibi savlar ileri sürmek kabul edilemez. Bu anlamsız tartışmalardan uzak durarak, konumuza dönüp devam edelim.
Alevilerin sınırlı yazılı kaynaklarından kabul edilen Buyruk da, diğer İslam yorumları gibi “kelime-i şahadet” getirmeyi temel bir İslam-i prensip olarak benimser gözükür. “Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin velayetine, rehberliğine inanmaktır.( Buyruk sf. 14) Diyen Buyruk “Hz. Ali’nin velayetine, rehberliğine inanmaktır” eklemesiyle Sünni İslam’dan ayrılırken, Şii İslam ile aynı söylemi paylaşmış olur.
Ancak bu söylem pratikte bu sıralamayı izlemez. Aynı Buyruk kendisi ile çelişir ve Peygamber Mirac’a giderken Ali’yi Allah’ın Aslanı yapar ve Muhammet’in yolunu ona kestirir. “ Hz. Muhammed bir sabah erken Miraç’a gidiyordu. Ansızın yoluna bir aslan çıktı. Aslan üzerine kükremeye başladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı. Birden bir ses duydu
‘Ey Muhammed, yüzüğünü aslanın ağzına ver’
Muhammed söyleneni yaptı. Yüzüğü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna devam etti.” (Buyruk sf.7)
Bir kaç sayfa sonra 11. sayfada Kırklar Cemi’nde, Muhammet aslanın ağzına verdiği yüzüğü Ali’nin parmağında görür. Sonra yine aynı Buyruk’ta, Kırklar Cemi’nin bir üyesi olmayan Muhammet, içeri girebilmek için akla karayı seçer. Ama Ali içerde Kırkların başıdır. “Muhammed bunlara pirlerini ve rehberlerini sordu. Kırklar: Pirimiz şahmerdan Ali’dir, kuşkusuz, tartışmasız” diye yanıt verirler. ( Buyruk sf. 11)
Alevilerin yazılı kaynakları da sözlü tarihlerine benzer. Zaten bu sınırlı sayıda yazılı kaynağın kimler tarafından kaleme aldığı tartışmalıdır. Zaman içinde yapılan ekler çıkarmalar da olduğu söylenen bu yazılı kaynaklardan en önemlisi olan Buyruk’un, sanıldığı gibi İmam Cafer Sadık tarafından yazılmadığı kesindir. Buyruk da dâhil Alevi yazını ve sözlü tarihi göz önüne alındığında, İslam vurgusuna rağmen akla gelen soru: Bu nasıl bir İslam’dır ki Muhammet peygamber kabul edilir ama pratikte Ali ondan daha önemlidir?
Özellikle Buyruk incelendiğinde görülen o ki; Alevi inanç pratiklerinin anlatıldığı bölümler dışındaki yorumlar daha sonra eklenmiş gibidir. Bu dinsel pratiklere bir yorum ve açıklama niteliğinde olduğu hemen belli olan bölümler, daha çok İslam vurgusuna sahiptir. Her dinsel pratik veya uygulama için bir öykü anlatılarak onun ne kadar İslam ile ilişkisi olduğu ispatlanmaya çalışılmış gibidir. Bu öykülendirmelerin kimi yerlerde İslam ile çeliştiği de dikkati çekmekte. Özelikle açıklamaların anlatım ve dil olarak eklettik olduğu, ana metinlere sonradan eklendiği ilk bakışta göze çarpmakta.
Arap İslam tarih yazımı veya başka bir söylemle İslam açısından Alevi tarih anlayışına bakıldığında, Ali ve Muhammet sıralaması, İslam’ın dairesi içinde kolay açıklanacak bir şey değildir. Biri yalvaç (peygamber) diğeri ise ondan sonra gelen bir halifedir. Bu durumda akla ilk gelen sorudan başlayalım: Muhammet neden Kırklar Cemi’nin bir üyesi değildir ve neden Ali’ye verilen değer ve önemden sonra gelir Muhammet’e verilen değer? Bu soru Alevilerin Muhammedi peygamber görmeleri ile çelişmiyor mu?
Alevilerin Ali ve Muhammet konusundaki yaklaşımının, Sünni İslam ve Şii İslam dairesi içinde kabul edilmesi olanaksızdır. Ancak Aleviler açısından üzerinde pek düşünülmeyecek bir sorundur ve hatta doğaldır.
Alevilerin Kuran, İslam ibadet pratikleri gibi Muhammet’in peygamber olarak önceliği de “amalı” bir kabul ediştir. Bunları açıklamak, anlamak zordur. Sanki bir yanılsama gibi gözüken bu özellikler, inancın özü ile ilgilidir. Kimsenin bunları değiştirmek veya düzeltmek gibi bir yetkisi yoktur. Kısaca; kimse bu saatten sonra “Geçmişte yaptığımız değerlendirmeler yanlıştı, eğer Ali’yi seviyorsak ve yolumuz Ali yoluysa ona Muhammet tarafından öğretilen İslam’ı ve yaşadığı Müslümanlığı biz de uygulamalıyız” diyemez, demeye hakkı yoktur.
Hatta hiç bir bilim adamı gerekçesi ne olursa olsun dinlerin, inançların tarihini modern tarih ile düzeltme, değiştirme hakkını kendinde göremez. Böyle olsa o kadar düzeltilecek şey karşımıza çıkar ki kendimiz bile şaşarız. İşin kötüsü bu düzeltmeler, bir noktadan sonra elimizde o inançtan bir şey kalmadığı noktasına kadar varabilir.
Kimse inancın özünü koruyorum, savunuyorum gibi savlara sarılmasın. Bu inançların doğasına aykırı bir savdır ve doğrudan o inancın siyasallaşması amacına yöneliktir. İnançların farklı algılanması, yorumlanması son derece doğaldır ve bu Alevilik için de geçerlidir. Birilerinin yaptığı tanımı “gerçek” kabul etmek, diğerlerini “yanlış” ilan etmek son derece sakıncalı bir noktaya kadar gidebilir. Anımsanacağı gibi İslam’ı korumak, İslam’a sahip çıkmak adına yola çıkan bazı kökten dinci akımlar, yakın tarihimizin en acılı olaylarının yaşanmasına kadar işi vardırdılar. Sivas Madımak katliamı bu anlayışın doruk noktalarından biridir. Alevinin “yobazı” olmaz gibi popülist söylemlerin arkasına saklanarak bu tarihsel sorumluktan kimse kendisini kurtaramaz.
Aleviliğin İslam içinde mi yoksa dışında mı tartışmasına hapsedilmesi Aleviliği anlamamak değilse anlaşılmasından korkmaktır. Alevilik zaman içinde İslam ile ilişkilenmiş ve İslam dairesi içinde tüm diğer yorumlardan farklı ve yer yer de onlara karşı oluşmuş bir Halk İslam’ıdır.
Ancak bunun ne kadar İslam olduğu da tartışılır. Burada yapılan, halkın geçmiş inançlarını ve yerel olanı yeniden üretmesi ve ona İslami bir şekil vermesidir. Bu oluşturulan İslam ileri sürüldüğü gibi hiçbir şekilde gerçek İslam veya İslam’ın özü değildir. Gerçek İslam veya İslam’ın özü olduğu savlarıyla karşımıza çıkarılan inanışların hemen hepsinin İslam ile ilişkisi son derece sınırlı olduğu gibi, İslam’ın reddettiği birçok unsuru da İslam adı altında bize sunduğunu görmekteyiz.
Burada sözü edilen salt İslam ile ilgili bir olgu değildir. Diğer dinler ve inanışların da tarih içinde yaşadığı bir olgudur bu. Orta Çağ Avrupa’sın da özellikle Almanya da geçmiş inanışların Hıristiyanlık olarak yeniden şekillendiği bilinir. Uydurma el yazması İnciller ile bilinen tüm Hıristiyan yorumlarından farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Zaman içinde Hıristiyanlıkla gelişen ilişki geçmiş inanışların törpülenmesi ve daha çok Hıristiyan öğenin öne çıktığı Protestanlıkta ifadesini bulan yeni bir Hıristiyan yorumun ortaya çıkması ile sonuçlanır.
Aslında burada olan, geçmiş inançların ve kültürlerin yaşama direnci ve gücüdür. Geçmiş inanışların ve kültürlerin yeni inanışlar ve kültürler içinde yaşamlarını sürdürüp yeniye eklemlenirleri burada tam anlamıyla bir kaynaşmadan söz etmek olanaksızdır. Protestanlıkta gördüğümüz biçimiyle bir kaynaşma Alevilik için pek mümkün değildir. Çünkü bir tür halk Hıristiyanlığının zaman içinde evrimleşerek daha çok kitabi Hıristiyanlıkla buluşmasında öncülük yapan unsurlar Vatikan kilisesinden kopan din adamlarıdır. Alevilik ise bu gelişim çizgisinden çok farklı bir çizgide kendi inanç önderleriyle var olmuş ve onların çabalarıyla günümüze kalmıştır. Bu inanç önderleri olan Dedelerin İslam ile buluşması oranında Aleviler İslam ile buluşmuşlardır.
Bu buluşma son zamanlarda yine bazı Alevi aydınların da katkılarıyla oldukça ileri bir noktaya getirilmiştir. Kendi kendisinin misyoneri konumunda olan bazı Alevi aydınları ve Dedeler eli ile Alevilik hızla İslam dairesi içine çekilmektedir.
Oysa yaşayan Aleviliği salt İslam dairesi içinde kalarak açıklamaya kalkmak olanaksızdır. Aleviliği var eden diğer unsurları dışarıda bırakmaya neden olabilecek bu yaklaşım, Alevilikten başka hiçbir şeye zarar vermez. Aleviliğe dünya görüşümüz ve siyasal tercihlerimiz ile yaklaşmak ve buna uygun yorumlarlar ileri sürmek nesnel olmadığı gibi haklı bir yaklaşım da olamaz.
Aleviliğin İslam dışında görülmesi konusunda duyarlı olan kesimlerin tek kaygısı Alevilik ise, Aleviliğin şekillenmesinde önemli olan ve etkileri asla saklanmayacak kadar açık olan diğer unsurları konusunda da duyarlı olmaları gerekirdi. Çünkü sonuçta Aleviliğin İslam dışında görülmesi Aleviliğe ne kadar zarar verecekse, diğer unsurları yâdsınmış bir Alevilik anlayışı da Aleviliğe o kadar zarar verecektir. Aleviliğin unsurları arasında olan İslam ne anlam ve değere sahip ise, Aleviliği oluşturan diğer unsurlar da aynı değere ve öneme sahiptirler. Parça için bütünü gözden çıkarmak, olsa olsa ahmakların işi olur. —ki biz de bunu kendine aydınım, bilim adamıyım diyen hiç kimseye yakıştıramayız. –
Alevilik içinde öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki bunları asla İslam içinde kalarak açıklamaya olanak yoktur. Sayın Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in bir makalesinde yazdığı şu satırlar son derece anlamlıdır. “Ali’nin Tanrılaştırılması fikrinin, Mehdi telakkisinin, Hacı Bektaş’ın burnu kanı damlası ile Kadıncık Ana’nın bakire olarak hamileliğinin, On iki İmam telakkisinin ve daha birçok itikatların, İslamlığın esasıyla alakası olmadığını ve sonradan katılmış olduğunu hatırlamak lazımdır. Bu son bahsettiklerimden Ali’nin tanrılaştırılmasıyla İsa’nın tanrılaştırılması, Mehdi ile Mesih ve kurtarıcı, bakire olarak hamile olan Meryem itikadı arasındaki münasebetler kolaylıkla görülüyor. Kuran’ın metnine ve kitabi İslamiyet’e ait olmayan bu nevi tesirler sahası, o kadar geniştir ki bunları bir makale mevzuu yapmaya imkân yoktur.”
Kaldı ki İslam’ın kendisi dahi kendisinden önceki değişik inançlar, kültürler ve uygarlıklardan etkilenmiştir. İslam’ın diğer dinlerden ve inanışlardan etkilendiği bilinirken Aleviliğin bu etkilenmenin dışında tutulması veya salt İslam’dan etkilendiğini ileri sürmek, bırakın bilimsel olmasını, uslama fukarası olmakla eş anlamlı olur.
Yeniden konumuza dönecek olursak; özellikle altının çizilmesi gereken nokta: İslam ile ilgisi olmayan ama Aleviliğin temel unsurları arasında olan birçok unsurun, İslam vurgusunu öne almaktan dolayı yadsındığı ve bunun da Aleviliğe zarar vereceğidir. Alevilerin birçok İslami simgeyi kullanıyor olmasına ve kendilerini İslam içinde görüyor olmalarına karşın ibadet pratikleri bakımından bütün İslam dünyasında eşi benzeri olmayan Ayini Cem’i açıklamak olanaklı değildir. Kaldı ki dinlerin inanç pratikleri, onları diğer dinlerden ve benzer inançlardan ayıran temel özellikler arasında sayılır. Bütün bunlar bilinirken, Aleviliği salt İslam dairesi içinde kalarak açıklamaya çalışmak, İslam’ı ve Aleviliği bilmemek değilse –ki öyle olduğuna inanıyoruz- bizim bilmediğimiz ve anlamakta zorlandığımız bir değirmene kalbur ile su taşımaktır.
Hasan Kaya
hasankaya.com